Perşembe, Nisan 28, 2016

1-16

her şeyiyle tanıdığını sandığın insana yabancılaşmaya ne zaman başlıyorsun? yahut kendine yabancılaşmaya? sen kimsin? ben kimim? ne kadarımız olduğunu sandığımız kişi? yoksa bir çemberin etrafında durmadan dönüyor muyuz? kendimize en çok yaklaştığımızı sandığımız an; aslında en uzak olduğumuz an mı oluyor? Neredeyim, ben kimim? Adım ne, kaç yaşındayım? Ne hissediyorum, ne istiyorum. Ben ne yapıyorum?
Gece dayanılmaz bir hal aldı, yazı masamdan kalktığımda günün ilk ışıkları pencereye vurmaya başlamıştı. O masada ne kadar oturdum hatırlamıyorum. Sanırım yıllar sonra bu odayı ilk defa tekrar gören gözlerle süzüyorum.

doğup büyüdüğün ve her zaman oraya ait olduğuna inandığın evde artık bir misafir olduğunu bilmek canını yakıyor. ilk adımından, ilk kahkahana; ilk acından, ilk öpücüğüne dek tüm anılarının duvarlardan uzanıp seni sarmaladığı o günlerden sonra bir anda tüm bu anılarının seslerini bir yabancı gibi uzaktan duyacağını ve onlara artık dokunamayacağını görmek insanı adını koyamadığım duygulara sevk ediyor. özlem ya da acı gibi bir şey değil bu. bilmiyorum, olduğun ve hep olacağına inandığın insan olmadığını görmek sanırım. bunun özel bir adı var mı?

en dayanılmaz acılarımı yaşadığım bu evden ayrılışımı bir zafer olarak görmüştüm. evet, bir daha canımı hiçbir şey bu odada yaşadıklarım kadar yakmadı. fakat şimdi şaşkınlıkla görüyorum ki, acılarımı unutmaya çalışmak ve geçmişimden kaçmak beni olmaktan korktuğum insana dönüştürüyor. artık canım yanmıyor, en son ne zaman ağladığımı hatırlamıyorum. en son ne zaman sevildiğimi, gerçekten ne zaman güldüğümü, huzurlu ve tam hissettiğimi. hissedebildiğim tek şey kocaman bir boşluk. üstelik rahatsız edici de değil, aksine son derece tatmin edici bir boşluk hissi bu. yalnız duygularını uçlarda yaşayan insanların anlayabileceği şekilde şaşırtıcı ve doyurucu.

 andan uzaklaşıp baktığımda gördüğüm şu; ''her şey olması gerektiği gibi'' evet belki de hayatımda ilk defa her şey olması gerektiği gibi. babam, annem, kardeşim. bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar güvenilir dost ve yanında kendim olmaktan çekinmeyeceğim arkadaşlar. belki bir de ufak bir kalp çarpıntısı. bir insan hayatta daha ne kadar nankör olabilir?

çay-kahve edebiyatı yapmayacağım elbet. fakat kahvenin yanına sardığım sigaramla, yüreğim sıkılmadan kaç öğleden sonra geçirebildim ki hayatımda? yakalamaya çalışmayı bırakıp bir yerde durduğunda ve beklediğinde hayatın sana sunduğu güzellikleri şaşkınlıkla görmeye başlıyorsun. ne garip, onca zaman sahip olduğum ama hiçbir zaman ait olamadığım hayattan vazgeçtiğimde; o son çizgiyi de aşıp her zaman olmaktan korktuğum insanın gözleriyle bakmaya başladığımda, bu hayatın odağında, bu hayatın odağında olduğumu fark ettim. kız çocukları annelerinin kaderini yaşarmış, belki de olan bu. en başından beri kaçmaya çalışmam, beni bataklığın derinliğine sürükleyen asıl sebepti.

 ö.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder