Perşembe, Aralık 29, 2011

Dün gece rüyamda...

Dün gece rüyamda 70'lerdeydim. Dar paça yüksek belli yeşil pantalonum ve yüzümü kaplayan gözlüklerimle çokhoştum doğrusu. Saçlarımda hippi esintileri ve arka fonda cennetten çıkma bir parça vardı. Bir kutlama yapıyorduk, ayaklarımı yerde kaydırarak dans ettiğimi ve çok eğlendiğimi hatırlıyorum. Ayrıca her şey eski bir fotoğrafmışçasına sarımsı renkteydi. Güzel kokular, sesler ve insanlar vardı. Keyif vardı, huzur vardı. Eğlence bile huzur veriyordu; ikindi çayı içercesine, tarçınlı kek yercesine yahut en sevdiğim şairlerden birinin dizlerinde uyurmuşçasına. Rüyamda sahip olduğum 5 çocuğa rağmen mutluydum, ki içinde çocuk barındıran bir rüya; normal şartlarda keyif alacağım son şey olmalıydı. Ama bu rüya hiç normal değildi, o yüzden fazla yadırgamadım. Belki de bu bir yeni yıl işaretidir, ne dersin christmas?

Rüya yorumları
Rüyada 70'ler görmek: ''Rüyada yıl görmek rüyayı görenin kendisinde veya bir başkasında göreceği belaya işarettir.''
Rüyada çocuk görmek: ''Çocuk bazen kusura, günaha ve suç işlemeye, tövbe etmeye delalettir.'' bkz:imana gelmek
Rüyada hippi görmek: ''Rüyada bir hippi görmek, Aşırı ve ifade özgürlüğü temsil eder. Rüyada hippi olmak, hippi olduğunu görmek ; farklı olmak istediğini işaret eder. Sizin toplumsal normlar ve geleneksel değerleri reddetme eğiliminde olduğunuzu gösterir.''

uu rüya yorumum sizce de çok fazla değil mi? -sevgiler 29.12.201

Salı, Aralık 20, 2011

Pabuç

Yürüyor,
Ayaklarında kendisine
-En az- iki numara büyük
Kırmızı pabuçlarla, kız çocuğu
İstanbul'un kalbine
Yahut kız kulesine doğru;
Bir damla su birikintisinden, çocuk.
Çamurdan taşlar ve sokaklar
Yankılanıyor sesi yalınayak,
Kırmızı pabuçlardan
şıpıdak şıpıdak.

ö.ö.

The Wizard of Oz'dan hatırlayanlar olacaktır, resimdekiler Dorthy'nin kırmızı pabuçları. Çocukluğumdan renkli bir anı olarak eklemek isterim.

Cumartesi, Aralık 17, 2011

Yıldız

Yatağının altında sakladığı
Birkaç kırık oyuncak,
Birkaç renkli bilye,
Bir de kırmızı kartondan kutuyla
Uzay gemisi yapabileceğine inanan
Bir kız çocuğu tanıdım yıllar önce
Şimdi uçuyor elbet,
Bir yıldız oldu
Gecenin sessiz kollarında
ö.ö.

Periler

Bir tutam karabiber ekleyip de gözyaşına
Yüzüne yapışmış saçlarından tutamlar ördü
Bir cadı olmalı ancak bencil!
Bencil dedim ya işte
Yüreği kor ateşlerde yandı belli kavruldu
Kavrukdukça yandı, yandıkça yaktı
Bir yürek dolusu ateşi tutup da
-Kurtulacağım ümidiyle pek mutlu-
Perilere emanet koştu
Perilere ateş mi verilir?
Kanatları ateş alır, uçamaz periler
-Yine de öyle saflar ki-
En güzel gözyaşı söndürür diye ateşi
Tutup yaktılar kendilerini
Yandıkça tutuştu, tutuştukça ağladı periler
Ve yok olup giderken sonunda periler
Bir avuç kül ve toz
Bir avuç bencillik kaldı

ö.ö.

Sol yanımda

Kin kan ve nefret akıyor;
Gecenin özensizce törpülenmis pis tırnak aralarından.
Tırnaklarından yere damlıyor
Ve sürüdüğü ayaklarıyla üzerine basıyor.
Adımları yavaş ve sinsi ve yaşlı.
Ağaçlara sürünerek ilerliyor.
Gece, ay ışığında yayılıyor ölü kokusu,
Onun kıyafetlerinden, yırtılmış sol göğsünden.
Saçlarıma ve kirpiklerime sinmesinden korkuyorum bu iğrenç kokunun.
Yüzümü saklıyorum ya da gözlerimi.
Bir örümcek yahut bir yılan.
Havada süzülen bir karanlık gibi yaklaşıyor.
Ağır ağır ve ölümün o soğuk nefesi parmak uçlarımda,
Sol yanımda

ö.ö.

Cuma, Aralık 16, 2011

Hep

Bazı insanlar seni sevecek,
Bazıları sevmeyecek.
Bazıları sevmedikleri halde
Sevdiklerini söyleyecek,
Bazılarıysa sevmeyecek
Ve seni sevmediklerini söyleyebilecekler.
Sevdiklerin yanındayken
Hep güvende hissedeceksin,
Bana bir şey olmaz diyeceksin.
Yine de unutma,
Korkukarınla yüzleşmen gerektiğinde
Hep yalnız kalacaksın.
ö.ö.

Çarşamba, Aralık 14, 2011

Güven

''İnsanlardan nefret etme duygusu, tecrübesizliğin getirdiği, başkalarına duyulan çok fazla güvenden ileri gelir.''
Sokrates'in Savunması / Platon

Ki bunu en iyi sen bilirsin, küçük tecrübesiz çocuk!
Kendinle gurur duyuyordun, hani nerede
O çok yaşanmışlıklar taşıyan yüreğin?
Dost dediğin insanlara mı yenik düştün
Deneyimsizliğin mi yaktı canını
Fazla güvenmemen gerektiğini insanlara
Hala öğrenemedin mi çocuk?

İnsanları sevmiyorum
İnsanlara güvenmiyorum lakırdıların hep sözde mi kaldı
Güvenmediğin dağlarda mı donuyorsun şimdi?
Yalan söylemeyi nereden öğrendin çocuk
Şimdi sen de kış gibi kokuyorsun.

Çok sevdiğin denizler nerede?
Hepsi mi boğulanların cesetlerini taşıyor yataklarında
Söylesene çocuk cesaretin nerede?
Hani özgürlüğün
Hani kırdığın prangaların?
Söyle unuttun mu göklerin rengini
Uğruna canlar verdiğin mutluluğun nerede?

Deneyimsizliğin senin suçun değil çocuk
Safsın
Öğreneceksin hayat acımasız
Ama gülmeyi de öğreneceksin
Yoksa ölürsün.
Ki bilirim korkarsın ölümden.
Ne sen öl çocuk
Ne özgürlük.
Ama bil, güven denizlerin mavi
Göklerin kış olduğu zamanlarda kaldı.

Dağlarında donmayacaksın dost dediklerinin
Eğer titriyorsan yalnızlığından olacak en çok!
Bırak tek bir yaprak dahi kalmasın dallarında
Bahar hiç gelmeyecek mi?
Yalanların ortasında bir gemi, çocuk
Karanlık basınca, yıldızları izleyceksin.
Korkma, güven yıldızlara
Çünkü yalnız yıldızlar
Dosttur, gerçek dünyada.

ö.ö.

Salı, Aralık 13, 2011

Çamur

Bir kedi bile senin kadar nankör olamaz, küçük yalancı.
Şu haline bak!
Gittikçe küçülüyor musun
Yoksa ruhun mu bu daralan, çamurdan yatağında?
Farkında mısın sen hep duman kokulusun
Çünkü hep bir rüzgar ötede
Ve yalanların kucağında, kirlisin.
Merak ediyorum, uyuyabiliyor musun hala?
Çok değil mi bunca yalan
Küçücük gözlerine?
Minik bir kız çocuğuyken hayat herkese kolaydı unutuyorsun;
Tek yalnız sen değilsin, kalabalıklar içinde.
Acı bir kahvenin telvesi kadar karanlıksın
Ancak asla o tatta bir güzellik değilsin, üzgünüm
Çünkü yalan acıdır, küçük çocuk
Rengi her ne olursa olsun.
Sen yalan söyledikçe o kedi gözlerinden dökülen
Çamur mu yoksa gözyaşı mı
Ayırt edemiyorum, ne garip.
Ve hala gözlerimin içine bakabilmen çocuk
Ayakta alkışlanacak çamurdan bir
Utanç tablosu.

ö.ö.

Pazartesi, Kasım 21, 2011

İçimdeki ben

Bu gün yine kavga ettik içimdeki benle. Güvensiz, hırçın ve öfkeli.
Kayaları döven dalgalar gibi gözleri kör.
İçimdeki benin her çarpışında öfkesini kayalarıma aşınıyor ruhum duvarlarım.
Eğer bir gün yüzyüze gelebilsek içimdeki benle -ki bilirsin nefret ederim tüm aynalardan- bir kaç tabak kırılacak
Biraz cam ve kırık dolacak, gözlerim kanlanacak, canım yanacaktı.
Ne o durdurabiliyor öfkesini ne ben.
Ne ben diliyorum dinginliğin soğuk öfkesini ne o.
Çünkü biliyor, biliyorum. Nefrete dönmemeli kör dalgalar.
Bu gün yine kavga ettik içimdeki benle.
Tek tesellim aynaların olmaması evimde.
Çünkü ne ben kıyabilirim sakinliğimde tabaklara
Ne o kıyabilir gözlerinin yeşilinin, dönmesine kırmızıya.
Bu gün yine kavga ettik,
Yerde üç damla kan rengi şarap
Kırık kadeh
Ve ölü bir ceset

ö.ö.

Bilmiyorlar

Diyorlar bir yanı dikenli çalı,
Bir yanı saf, pamuk ipliği.
Çok biliyorlar, çok konuşuyorlar
Kırılgan ruhum hiç duymuyorlar.
Öfkeli hırçın dalgalı görüyorlar
Uysal, sessiz, sakin diyorlar.
Bir şaşırıyor bir kızıyor
Ama hep suçlu beni buluyorlar
Henüz küçüğüm, neden görmüyorlar?
Bir yanım kızıl gökler
Bir yanım mavi cehennem
Sanıyorlar ateşler içinde
Bir yudum alevden suyum.
Kimse bilmiyor içimdeki beni,
Çünkü
Tanışıklığımız,
Adımın anlamından öteye
Hiç geçmiyor.

ö.ö.

Pazartesi, Kasım 14, 2011

Ad

31 Temmuz 2011 Pazar, 00:07

Adım Özgür olsun isterdim.
Bir evim bile olmasın,
Olabildiğince geniş gökyüzüm
Ve saçlarımdan başka
Bağım olmasın
Hiçbir düşünce ya da kör inanış
Tutunamasın ruhumda.
Adım Derin olsun isterdim.
Daima sessiz ve ağır
Derin olsun diye düşüncelerim.
Bir okyanus, bir gök kadar derin.
Deniz olsun isterdim adım
Kızgınlıklarımda hırçın
Acımasız ve dalgalı.
Suskunluklarımda durgun
Ve berrak.
Derin ve bulanık
Dipsiz ve açık.
Ama adım Özlem
Rüzgar kadar özgür,
Gök kadar derin
Ve ay kadar deniz ruhum.
Hep yakın
Hep özlemlerle dolu.

ö.ö.

Palyaço

18 Temmuz 2010 Pazar, 17:38

Bazen çok kıskanıyorum şu palyaçoları doğrusu… Yüzlerinde gökyüzünün renginde bir damla gözyaşı ve ona eşlik eden kocaman bir gülümseme... Öyle bir kelebeğin kanat çırpışı kadar kısa süreli de değil hani! Koskocaman bir gülümseme! Gözünden damlayan gökyüzü mavisindeki o gözyaşına inat kocaman bir gülümseme! Evet... Kıskanıyorum onları.. Hele o giysileri... Gökkuşağında saklambaç oynuyorlar sanki! Neşe damlıyor her taraflarından, sanki neşe öyle hissedilebilir bir şey olmuş ve o dipsiz cepleri neşeyle doluymuş gibi... Az sonra tüm insanlığa ceplerindeki neşeyi sunacaklarmış hissine kapılabilirsin! Kim bilir belki de öyledir...
Kocaman burunları ve biçimsiz elleri hiç bir zaman sorun değildir onlar için.. Kimse onların ellerini beğenmeyecek korkusuyla; karanlık ceplerin sonsuz derinliğine ya da avuç içlerinin gizemine saklamaya gerek duymadan, yüzeysel beğenilere sunulmuş dünyaya inat yüzlerindeki o kocaman gülümsemeyle biçimsiz parmaklarını gösterip, kocaman burunlarıyla övünebilirler...
Sokaklarda dans etmeleri hiç bir zaman garip karşılanmaz... Yerli yersiz kahkahaları, sakar davranışları asla sorun olmaz... Kıskanıyorum dedim ya.. Kimse onları çok güldüğü ya da sustuğu için yargılayamaz! İçinden geldiğini yaptığı için yadırgayamaz... Hatta onlara sempati bile duyarlar. Onlar 40 yaşını aştıklarında sokağındaki çocuklarla ip atlayabilirler yüzlerindeki o kocaman gülümsemeyle! Ayakları kayıp merdivenlerden düştüklerinde haline gülebilirler delicesine!
Senin benim yaptım gibi; kablumbağa misali kabuklarına saklanıp, dünyayla arlarına mesafe koymalarına gerek yoktur! Çünkü onlar; tüm dünyanındır! Ceplerinde saklı neşeyi parça parça tüm insanlığa dağıtmayı görev bilmiş, sevilesi Palyaçolar!
21. yüzyılda yaşayan kimsenin, dilinden ayrılıp uzun bir tatile çıkmaya gönlü elvermeyen şu binbir çeşit dertler, tasalar var ya; işte tüm bunlarla dalga geçercesine yüzlerinde taşıyorlar o gülümsemeyi! Kıskanmamak elde mi? Söyler misiniz? Hayatın tüm renkleri saçlarına dolanmış, dokundukları her köşeye pırıltılı bir mutluluk bırakan sakar, savruk, koca burunlu ve biçimsiz parmaklı Palyaçolar!
Hayatın içinde acının, hüznün saklı olduğunu gösteren tek şey yüzlerindeki o gökyüzünü taşıyan gözyaşı değil de ne?
Palyaçoları kıskanıyorum... Hem de çok… Söyler misiniz, kıskanmayıp da ne yapayım? Biçimsiz parmaklarımı avuç içlerime saklamaktan vazgeçip, kocaman burnumu gizlemek için başım önümde yürümeyeyim mi? Yerli yersiz güldüğümde, içimde dolup taşan neşeyi paylaşmak istediğimde yadırgayan bakışlara inat yine şarkımı söyleyeyim mi dans ederken kalabalık sokaklarda? Tüm sakarlığıma rağmen, merdivenlerden zıplayarak inebilir miyim?
Söylesene Palyaço? Seni kıskanmayıp ne yapayım? Yüzüme bir maske, Biçimsiz parmaklarıma bir eldiven geçirip kaplumbağa kabuğuma saklanmaya devam mı edeyim?
Ya sen? Sen nasıl oldu da Gökkuşağında dans ettin? Kıskanıyorum seni Palyaço... Kıskanıyorum...

ö.ö.

* Yüzlerinde her zaman koskocaman bir gülümseme taşıyanlara, taşıyabilenlere… Sevgiyle…

Pazar, Kasım 06, 2011

Bulut

Dünya bir damla sudan yaratıldı;
Sayamayacağın kadar çok nefes önce.
Pas kokulu pervazında pencerenin, güvercinler.
Ki onlar sadece bir parça çamurdandı.
Mutluluğu ateşte kaynatıp bulut yaptılar,
Yaş olup gelmeden gülemesin diye, insanoğlu.
Özgürlüğün bacaklarına ipler bağlayıp
Dünyayı boşluğa bıraktılar.
Özgürlük güneşe koşarken,
Yalnız ipleri yakalayabilenler aysın diye
Sabahları ve bayramları verdiler
Günün ve için aydın, bir de sevdiklerin olsun diye.
Bazıları el yerine taşları öptüler
Onlar da, vatan sağolsun diye.
Dünya henüz küçücük bir taneyken
Dalında huzurun;
Mutluluk kaynayan kazandan
Yanlışlıkla düştü kor ateş.

Çünkü ne su bilirdi gözyaşı olmayı
Ne nefes bilirdi solmayı.

Ateş mutluluğu kaynattıkça
Güvercinler ve bulut
Ve bulut ve insan.

Sonra sordu tanrı;
Bir bulut ister misin?

İşte senin olsun, bu ipi sıkı tut.

ö.ö.

Salı, Kasım 01, 2011

Çok şükür

Aşk yalnız Kasımda değil;
Zamanın her kıvrımında başka yaşanır.
Ki bundandır,
Nazım'ın her mevsim
Ayrı bir aşka tutulması.
Öyle ya
Gün sonunda çekilirken
Güneş sevgilisinin koynuna
Her mevsim
Duyabilirsiniz
Derin bir nefeste şükreden,
Beyaz martıları.

''Çok şükür aşığım''
Özgürlüğün esaretine...

ö.ö.

Duman

Ömrün son gecesi, vakit
Duman; bir yılan gibi sinsi ve acımasız
Ömrün sonunda sevdiğim
Huzurlu bir rüyanın kollarındasın.
Sevginin bol vakti şimdi, bayramlar
Yokluğunda öksüz; çocukluğum.
Ne güzel ellerin ve masalların
Ne aklara karışmış saçların var şimdi.
Düşmandır artık içim, soğuğa
Duman ve o kahrolası sobalara!
Seni benden ayıran tatlı uyku
Haram olsun gecelere ve karanlığa.

Öfkem bir zehir ve özlem sonsuz bir kuyu.
O duman ve kahrolası sobalar!
Son kez göremeden yüzünü
Seni benden alan o gece
Ve o duman,
Yalan!

Uyan sevdiğim, bayram geliyor.

ö.ö.
30.06.06
Pamuk kalpli anneannem, Havva Saçaklı'ya ithaf edilmiştir.

Salı, Ekim 25, 2011

Yap-Boz

Henüz küçücük bir kız çocuğuyken en sevdiğim şeydi renkli yapbozlarımla oynamak. Her bir parçayı özenle yerleştirirdim yerine. Sanki dünyanın kaderi ellerimdeki bu küçük parçacıklardaymışçasına heyecanlı, azıcık tereddütlü…

Bazı parçaları süslü ve renkli olurdu yapbozlarımın. Diğerlerinden farklı olduğunu, hatta belki de yanlışlıkla orada olduğunu düşünebilirdiniz. Fazla renkli, süslü, biraz gösterişli… İlk bakışta, onların bambaşka bir resmi vardır sanki, daha özel ve daha büyüklerin oynaması gereken. Oysa aynı resmi tamamlayan parçalardı bunlar. Tek başlarına hiçbir anlamları olmayan.Yalnız ve işe yaramaz parçalar. Bir aradayken böylesi bir bütünlüğü sağlayan o parçaların tek başlarına anlamsız olmaları, ne kadar da gülünç değil mi.

Peki ya şu eski yıpranmış parçalara ne demeli? Süslü ve gösterişli olan diğer parçalara inat olabildiğince sade. Kimse onların bu resimde bir yerleri olduğuna inanmak istemez. Çünkü onlar yıpranmıştır. Ne şu süslü parçalar kadar göz alıcı ve güzel ne de diğer parçalar kadar birbirine benzerdirler. Köşeleri yer yer yıpranmış, renkleri solmuş. Belki bir süre önce kaybolmuş ve odanın bir köşesinde toz yumakları arasında hatırlanmayı beklenmişlerdir. Bir gün tesadüf eseri bulunup diğerlerinin yanlarına konulmuştur belki de, kim bilebilir ki.

Bu yüzden onları kim suçlayabilir? Diğerlerine benzemediği, farklı olduğu için? Yoksa onları unuttuğumuz için yıpranan bu parçaları diğerlerinin yanına koymak istemeyen biz miyiz tek şuçlu? Onların farklı bir resmi yok, aynı şu süslü parçalar gibi. Tek başlarına anlamasız ve resmin tamamıyla şaka yapar gibi uyumlular.

Parçaları kaybolmuş bir yapboz gibi insanlık. Kimileri dışlanmış, kimileriyse kendisini soyutlamış.

Yitirilen her parça için damla damla öz yağıyor insanlığın gönlüne. Gökler ağlıyor insanlığa ve tanrılar kaybolan her parça için bir adım daha uzaklaşıyor gönüllerden. Yoksa uzaklaşan tanrılar değil de gönüller mi? Emin değilim…

Uzaklaşıp yitirilen parçalarıyla bakıyorum insanlığın tablosuna. Gri ve siyahlarla bezeli bir toz bulutu var sanki. Farklı parçaları dışarı çıkardığında geriye kalan tek şey koca bir hiçlik belki de. Karanlık bir boşluk bilinmezlik. Ve mutsuzluk…

Oysa güzeldir ya yapbozlar, güzeldir ya tüm çocukların kalbi… Küçücük bir kız çocuğuyken en sevdiğim şeydi renkli yapbozlarımla oynamak. Her bir parçayı özenle yerleştirirdim yerine. Sanki dünyanın kaderi ellerimdeki bu küçük parçacıklardaymışçasına heyecanlı, azıcık tereddütlü…

ö.ö.

Pazartesi, Ekim 24, 2011

İnsanlık, hepimizin

Varlığımızın, insaniyetimizin, sebebimizin. Var oluş ve yaşama amacımızın, farkında mıyız gerçekten?
Hayatınızdaki en önemli şey nedir? Refah içinde bir hayat sürmek, işinde yükselmek, çocuklarına iyi istikbal sağlamak? En kaliteli şaraplardan tadıp, dünyayı görmek? Yoksa adını duyurabileceğin işlere imza atmak ve ''marka olmak'' mı? Söyler misiniz ''insan'' olmanızın sebebinin farkında mısınız? Bir insana; insan olmasının öğütlenmesi, ne acı...

Gün doğumunda gökyüzünün aldığı renkleri biliyor musunuz? Gün doğarken, yaşayabiliyor musunuz? Turuncunun, sarının ve yeşilin; en parlak, en sade, en güzel, en pastel tonları nerede hiç merak ettiniz mi? Sabah işe yetişmek için aceleyle koşarken, üzerine bastığınız karıncanın ne yapmak üzere yol aldığından haberiniz var mı?

''Yaşıyorum'' derken; yaşamaktan anladığınız şey ne? Sadece merak ediyorum; insanca yaşamanın mümkün olduğu bi'yer var mı bildiğiniz?

Nefes alıp vermelerden ibaret değildir yaşam. Yaşam bir resimdir, bir şiir, bir fotoğraf karesi. Yaşam denen; bir insanlık sınavıdır. Hayatın tatlarını algılayarak yürüyebilme mücadelesidir bu yolda. Kolkola, insanla, insanlıkla. Acımasız ve katı değildir hiç bir zaman hayat; aksine size fırsatlar sunar, ''iyi'' olabilmeniz için. Kendinizi iyi hissedebilmeniz, gerçekten bir şeyler yapabilmeniz ve en önemlisi ''yaşayabilmeniz'', gerçekten var olabilmeniz için. Her acı, her yıkım; bir doğuşun bir birlikteliğin sebebi için fırsattır. Önümüzdeki fırsatları, onlar orada değillermiş gibi yok sayıyoruz, yazık.

Yazık ki; insanların birbirlerine ve en başta kendilerine yabancılaştığı toplumlardan bahsediyoruz. Evet evet 21. yüzyıldır bahsettiğim, uzaklarda aramayın. Farkındalığa yabancı, insanlığa, kendilerine uzak toplumlar. Hayatın, günün, güneşin, yaprakların üzerindeki çiyin farkındalığından mahrum, insanlık... Acıların bizleri bir araya getirmesi beklenirken, kulaklara dolan tek şey; birbirini suçlayan, öfkeli, ve yıkımlara''oh olsun'' diyen-diyebilen sesler! Ne acı, öyle görünüyor ki; insaniyet sınavından yeterli not alamayacağız.

''Böyle zamanlar, insaniyetin turnusol kağıdı gibidir.'' demiş, Levent Üzümcü. Sanırım insaniyetimiz; gece kadar karanlık... Katran karası yer gök, katran karası gözler... Acımasız, demirden yürekler...

Ancak gecenin en karanlık anı, güneşin doğmaya en yakın olduğu zaman değil midir her zaman?

Neden güneş olmuyorsunuz?
Neden güneş olmayasınız?
Neden susuyor, neden susturuluşa göz yumuyorsunuz?

İnsan olma şansımız hala elimizdeyken, bu kaçışlar niye? Ah, sakın söylemeyin! Yoksa yine ''süpermen''leri mi bekleyeceksiniz...

İnsanlık, hepimizin

ö.ö.

Cumartesi, Ekim 22, 2011

Kötü Kalpli Kahverengi Cadı

Sevdiğiniz birini kaybettiğinizde, ilk hissettiğiniz ne olur? Üzüntü, keder? Yoksa keşkelerle dolu bir pişmanlık mı?
Henüz hayatının, sadece ilk 16 yılını yaşamış bir ‘çocuk’ böylesi boyundan büyük lafları nasıl edebiliyor diye düşünebilirsiniz –Eğer öyleyse; bu yazıyı okumayı hemen şu an bırakın.- ama sizi temin ederim 16 yıl kaybetmeyi bilen bir çocuk için yeterince uzun bir zaman.
Pek çok sevdiğimi kaybetmiş olabilirim, pek çok kez onu bir daha göremeyeceğim gerçeği içimde yumru gibi büyümüş olabilir. Ancak hiç biri ilki kadar ani, acı ve bir o kadar gerçeğe uzak değildi. Çünkü ölüm; beni ve sevdiğim insanları asla bulmazdı. Bir yanlışlık olmalıydı mutlaka. Ben ki defalarca ölümün kapısını çalmış ve ölümle dalga geçer gibi kaçıp saklanmıştım. Bu kadar basit olamazdı. Yine de, olmuştu işte. Gerçek bir palyaço gibi salıncağına oturmuş, odanın ortasında havada asılı duruyordu. Elimi uzatsam gerçeği tutabilir ve durdurabilirdim, yani öylesine katıydı gerçek. Ama hiçbir şey yapmadım.
İlk hissettiğim şey, derin bir öfke oldu. Öyle ki gözlerimin içlerini ve tırnaklarımın kenarlarını kavurdu. Bir kor gibi kanımda, damarlarımda dolaştı öfke. Birilerini tekmelemek, birkaç tabak kırmak, ve bir şeyleri kanatmak istedim. Yine de hiçbir şey yapmadım. Tek yaptığım o gri dumana bakmak ve onu tutmak oldu. Duman katılaştı, birikti ve parmaklarımın arasına doldu. Tırnaklarım kanayana dek sıktım onu. Yok etmek istedim. Acımasızca ve hiçbir şey hissetmeden. O gri dumanı yok etmek istedim.
Sonra durdum ve sustum. Çünkü küstüm. Bırakıp gideceğini bile bile neden onu sevmeme izin vermişti sanki? Neden dizine yatırıp saçlarımı okşamış ve neden bana masallar anlatmıştı. Sayı saymayı bile ondan öğrenmiştim ki o gün tüm sayıları unutmak istedim. Başarmış sayılırım; bir kaçı eksildi tabii. Geriye; 2-7-8-9 ve 3 kaldı. Anlamsız sayılar. Onlardan da nefret ettim beni bırakıp giden sevdiğimden de. Bana bunu nasıl yapardı bu haksızlıktı. Zamanla insanlardan nefret ettim. Evime gelip çok üzüldüğünü geveleyen ve başımı çevirdiğim an; akşam gidecekleri davetleri planlamaya başladıklarını bildiğim tüm insanlardan. Adımı bile bilmezken omzuma dokunup üzülme diyenlerden, seni anlıyoruz diyen tüm yalancılardan. Aynadaki aksimden bile nefret ettim. Hepsi birer yalandı.
Öfke öyle sert nefrete dönüştü ki, katmerli açan bir gül gibi çoğaldı; kan rengi bir gül gibi. ‘‘Sonra sevmemeyi öğrendi insan’’ acı ve nefret birleştiğinde öyle yakıcı bir sıcaklık oluşuyor ki, çölde göl seraplarını aratmayacak seraplar yaratıyor, kötülükle fokurdayan.

‘‘Kötü kalpli kahverengi cadı bir kahkaha attı. Sesi duvarlarda, taşlarda ve toprakta yankılandı. Biraz daha kötülük tohumu serpti fokurdayan ateşe. Ve sonra çok garip bir şey oldu. Ateş suyu ısıttı; su hafifledi, hafifledi, daha çok hafifledi ve yükseldi. Yürek cezvede bir kahve gibi kabardıkça, kabardı. Yağmur bulutu gibi ağırlaştı göğüs kafesinde. Sonra ufacık bir yel esti. Ve ateşle, ve kinle ve nefretle buharlaşan ruh, yağmur olup yağdı. Kötü kalpli kahverengi cadı, korku dolu bir çığlık attı ve ruhun arınışını izledi.’’

Neden sonra derin bir sukûnet kapladı yeri ve göğü. Bir iğne olsun düşmüyordu ki bu sessizliği bozsun. Bir sabah uyandığımda farklı bir şey oldu. Yatağımdan kalktım ve ağladım. Öyle çok yaş aktı ki, gözlerim kırmızı bir çanağın içine dokdurulmuş su yosunları gibi görünmeye başladı. Öyle çok yaş aktı ki; şehirlerdeki ve kasabalardaki hiçbir palyaçonun sahip olamayacağı kırmızı burna sahip oldum. Ve öyle çok yaş aktı ki; dev beyaz peçetelerden oluşan dağı ne Ferhat ve Kerem ne de adını bilmediğim aşıklar delebildi. O gün akşama doğru, -Yahut sabaha. Aslında bundan hiç emin değilim.- tüm nefretimi ve öfkemi kaybettim. Sanırım bu iyi bir şey. Çünkü o günden sonra –sivrisinekler ve güvenilmezler dışında- kimseye böyle bir öfke duymadım. Çünkü birine öfke duyabiliyorsan onu seviyorsun demektir. Aynı zamanda o, senin kanını emiyor demektir.

ö.ö.

Soğuk

Yalnızdı ve üşüyordu. Birbirine çarpan dişlerinin takırtısı ve korkudan güm güm atan kalbinin sesleri birbirine karışıyordu. Yamaları yırtık ceketinden içeri buz gibi aralık rüzgarı sızıyordu, tek omzuyla şehrin en eski bankasının duvarına yaslandı. Elini cebine daldırdı ve küçük servetinden kalanlara baktı.
Dostluğu bozdurarak aldığı ekmeğin para üstü; yalnızlık ve umudu satarak kazandığı bir kaç parça değersiz ölüm taşı vardı. Elini cebine bir kez daha daldırdı, eli bir kaç sokak aşağıda ve nehrin karsı kıyısında durdu. Aradığını buldu, parmakları arasında ılık bir mutluluk parçası vardı. Tuttu ve yukarı çekti. Eğilip kalbinin üzerine yerleştirdi ve ölüm taşlarından birini ağzına attı.
Eski bankanın köşesine yığılırken gözlerini kapattı. Son düşündüğü, artık üşümediği gerçeğiydi.
ö.ö.

Perşembe, Ekim 20, 2011

Kapı

Hayatın pek çok anlamı vardı. Kahvaltıda zeytinlerle omletine göz yapmak, pencereyi nefesiyle buğlandırıp annesinden gizli adını yazmak, odasında yatağının altında sakladığı melzemelerle bir uzay gemisi yaratmak gibi.

Kalemini kağıtların üzerine fırlattı ve küçük kırmızı sandalyesini ters çevirerek yaptığı çizim masasından kızgınlıkla kaltı. Çikolatalı sütü henüz bitmişti, ancak sinirlerini yatıştırmaya yetmemişti. Bir bardak daha almalıydı. Neden insanlar sözlerini tutmazlar diye düşündü ve derin bir of çekti. Bu gün çok önemli işleri vardı ancak oyun arkadaşı onu acil bir işi çıktığı bahanesiyle ekmişti. Yoksa başka biri mi var, diye düşündü, sonra bunu düşünmekten vazgeçerek başını salladı yine de içi rahat değildi. Düşünmemeye karar verdi. Ayaklarını yere vurarak mutfağa doğru yürüdü annesi tahmin ettiği gibi mutfak tezgahının üzerine doğru eğilmiş bir yandan televizyona bakıyor bir yandan da telefonla konuşuyordu. İşte diye düşündü hep böyleler bir dakika gözünü ayırıyorsun ve bom! yine tüm işler sana kalıyor, sen olmasan ne yapacaklar! Saçını savurarak buzdolabının kapağını açtı. Kapağı açtığı andan itibaren yüzüne çarpan şu soğuk ve yapay havayı hiç sevmiyordu. Penguenler diye düşündü, dans etmeyi biliyor olmalılar.

Sonra süte uzandı, kutu neredeyse boştu kızgınlıkla başını salladı zaten bütün terslikler aynı günü bulurdu, başını çevirerek annesine baktı hala telefonla konuşuyordu sanırım şu yeni öğretmenin verdiği ödevlerden bahsediyorlardı ondan bir fayda olmadığından emin olduktan sonra dolabın kapağını kapattı ve çekmeceye uzandı. Neyseki çikolata tozu yerindeydi, gülümsedi. Toz halindeki çikolatayı bardağına boşalttıktan sonra üzerine biraz süt ekledi, istediği kadar çok süt yoktu ama şimdilik idare ederdi. Başına ağrı girmişti, şakaklarını ovuşturdu ve sütü daha hızlı karıştırmaya başladı. Nihayet çikolatalı sütüne kavuşmuştu. Ayaklarını sürüyerek mutfaktan çıktı, odasına doğru gidiyordu ki kapının o kulak tırmalayıcı sesini duydu annesi hala telefonda olduğundan kapıyı onun açması gerekecekti. Bir an için duymazdan gelmeyi düşündü, sonra vazgeçti elinde süt dolu bardakla kapıya yöneldi. Eski tahta döşemeler her adımında gıcırdıyordu, kim bilir ne söylüyorlar diye düşündü tahtalara bakarak.

Kapının önüne geldiğinde, hayatında hiç bir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını nereden bilebilirdi ki; küçük hayalperest kız...

...

Boyumun kapı deliğine geldiğini fark ettiğimde canım epey sıkılmıştı. Artık heyecanla kimin geldiğine bakmak için zıplamayacaktım, sıkıcı bir iş olacaktı. Üzüldüm ama sadece o kadar, sonra mutfağa dönerek çikolatalı sütün yerine bir fincan kahve aldım.

ö.ö.

Cumartesi, Ekim 08, 2011

Suskunluk

Aynen öyle.
Çünkü bayım, fazla gelir size anlayış.
Siz, pencere kenarında oturup da,
Perdeyi kapatarak yolculuk edenlerdensiniz.
Yahut karanlıkta
Gözlerini yumarak bekleyenlerden.
Sizin dünyanızda ''anlayış''a
Verilen, başka bir isim mi var yoksa?
Hani, hani bilmiyorsam yani;
Söyleyin de ''anlayayım'' sizi.
Susmalarım cevapsızlığımdan değil elbet
''Yine'' anlamıyorsunuz beni.
Hoş beklemiyorum ya artık.
Suskunluğum;
Sakinliğimden,
Yorgumluğumdandır.
Yoksa ne sözleriniz,
Ne de yokluğunuz suskun bırakır beni.
Aksine, bilirsiniz; huzur en çok suskunlukta yaşanır.
ö.ö.

Perşembe, Ekim 06, 2011

Dedi ve öldü

''Ölüm hayatın en güzel icatlarından birisidir" dedi ve öldü Steve Jobs.


Peki ya bana hayatın diğer ''en güzel icatları''nı sayabilir misiniz, ölmeden önce?

Evet evet siz, şaşırmayın!

Yaşadığınız hayattan memnuz musunuz gerçekten?

Yarın sabah ne için uyanacaksınız

Hayır merak ediyorum, içinizden biri yarın sabah dünyayı kurtaracaksa

Söyleyin de şimdiden hazırlık yapalım

Hoş ne zaman birileri bizi kurtaracak olsa, başımız derde giriyor nasılsa.


Yani diyorum ki, ne için yaşıyor

Şu ''Carpe Diem''leri biraz abartmıyor muyuz?


Yarın ölecek olsam mezar taşımda yazmasını arzu edeceğim tek bir cümle yok!

Belki, ''üzüm üzüm biberim, sanki karabiberim'' yani, belki...

Ha bu arada, ölürsem mezara gömmeyin beni

Biliyorsunuz asansöre bile binemem ben.


Hayata bırakacağım yegane şeylerin

Bir takım harfler yığınından öteye geçmesini ne çok arzu ederdim

Ancak biliyorsunuz; her insanın ilgi ve yetenekleri var bunun ötesinde yapabileceği bir şey yok.

Zaten hayatımın hiç bir döneminde dünyayı kurtarabileceğimi düşlemiş değilim.

Tamam,

Aslında yalan söylüyorum. Buna çok inandım

Hatta yer yüzünde bir grup iyi insanla beraber toplanıp, boş bir adaya yerleşebileceğimize

Orada bir iyilik ülkesi kurabileceğimize ve dünyayı ele geçirip pembe bir hayat yaşayacağımıza dair

Gülten Dayıoğlu kokan kurgular yarattım. -Bu noktada ''keşke her şey romanlardaki kadar kolay olsaydı'' diyerek sevgili Gülten Dayıoğlu'nu selamlarım.-


Yine de yarın; dünyayı kurtarmayacak olabilirim

Tedavisi mümkün değil diye bilinen bir hastalığa tedavi bulacak falan da değilim

Hoş yarın okula gitmek dışında pek fazla bir şey yapacağımı ummuyorum

Ama belki, olur ya

Bir yerlerde biri beni duyuyorsa ya da sevgili Tanrı beni hala çok seviyorsa

Şunu söylemek istiyorum;

Ben bunları yazdım ya,

Okuyan her insan 3 saniyeliğine de olsa

Dünyayı avuçlarında yaşatacak güce sahip olduğunu hissedecek biliyorum

İşte bu hayatın en güzel icatlarından biri daha!


Yaşadığınız hayattan memnuz musunuz gerçekten?

Yarın sabah ne için uyanacaksınız

Yarım saniye sonra ölebilecek olmak sizi de korkutmuyor mu?


Yoksa ben sadece ileri düzey bir obsesif kompulsif bozukluk mu yaşıyorum?


Yorum sizin

ö.ö.

Ne diyordunuz?

Yaşanan acıların prim yaptığı bir dönemdeyiz.

Ne kadar gözyaşı, o kadar ilgi!

Ne kadar duygu sömürüsü yapabiliyorsan o kadar çok gelecek vaad ediyorsun

Ve ne kadar çok acı yaşarsan, o kadar çok şanslısın bu hayatta, unutma!

Çünkü ''yangında ilk kurtarılacak'' sensin ''tatlım''.

Öyle güzel boyuyorsun ki gözleri

Şaşıramıyorum bile sana, sahte sahnen akıverir diye, yazık.

Ne var biliyor musunuz, ne kadar çok ölümle iç içeyseniz

O kadar bağlısınız hayata!

Ne kadar çok acı çekmişseniz o kadar çok güçlüsünüz!

Kimi kandırıyorsunuz ki yalanlarınızla?

''Acındırma politikanız'' ve

Yalanlarınız nereye kadar sizi ilgi odağı yapabilir?

Bu gün ölsem mesela

Kaç gün hatırlarsınız beni?

Bir? Üç? Belki bir hafta?

Bir ay??

Ne olacak ki ardımdan siyahlara bürünüp yas mı tutacaksınız

Güneş doğmayacak ya da yıldızlar birer birer

Yer yüzüne mi inecek?

Sizin şu ''yalancıktan'' hastalıklarınız

Afedersiniz ama, fazla sahte

Buram buram yalan kokuyorsunuz, sahteliğinizden arınıp da geliniz...

Gölü ya tutarsa diye mayalamaya benziyor yalanlarınızın hikayesi -Gerçek olamayacak kadar acemi.-

Ama üzgünüm, sizinki göl değil

Yalandan bir bataklık.

Çok mu acımasızım, yapmayın canım!

Sadece siz biraz körsünüz,

Biraz uzak,

Biraz da sağırsınız.

Yakına yaklaştıkça görüyor insan

Uzaktan göremediklerini

Ve sustukça duyuyor insan

Kabullenemediği yalan sözleri!

Şems-i Tebrizi'nin dediği gibi,

‎"Bazen de susmak gerekir, duymak için"

Bu yüzden çok konuşurum

Yalanlarınızı duymamak için.

Üzgünüm, yine çok konuştum

Ne diyordunuz, sizi yine hiç dinlemedim?

ö.ö.

Salı, Ekim 04, 2011

Kasım

Eylül, hafif hüzünlü bir şarkı gibi
Sokaklarda toz ve sarı.
Sarının en güzeli
Yollar sarı
Gökyüzü ve bacalar sarı
Kediler ve paspas
Hatta sigaranın dumanı bile sarı
Eylül, yavaş yavaş ölen bir adamın
Çektiği nefes gibi
Biraz son, biraz huzur.

Ekim, gökyüzünden yağan
Sarı yapraklar gibi
Bir yağmur bir sel
Her yer kavuniçi,
Her yer çocukluğum.
Gözlerin ve arnavut kaldırımlar
Birer nehir, kavuniçinden.
Eylül geçmişi anmak gibi
Yavaş, hüzünlü ve yaşlı

Kasım bir son.
Son nefesini veren
O hasta adam gibi
Yalnız ve çekingen.
Kasım gözlerin gibi, soğuk ve ıssız.

Kasımda ölmeli insan
Bir kasım sabahı
Ya da ikindi vakti.
Kasımda gömülmeli insan
Üzerine sonbahardan
Yapraklar düşerken
Kavuniçi ölmeli insan
Kucak kucak.
Çocukluk yağarken
Kavuniçi rengi
Kapalı gözlerinden
Bir veda gibi.

ö.ö.

İçimdeki ben

Bu gün yine kavga ettik içimdeki benle. Güvensiz, hırçın ve öfkeli.
Kayaları döven dalgalar gibi gözleri kör.
İçimdeki benin her çarpışında öfkesini kayalarıma aşınıyor ruhum duvarlarım.
Eğer bir gün yüzyüze gelebilsek içimdeki benle -ki bilirsin nefret ederim tüm aynalardan- bir kaç tabak kırılacak
Biraz cam ve kırık dolacak, gözlerim kanlanacak, canım yanacaktı.
Ne o durdurabiliyor öfkesini ne ben.
Ne ben diliyorum dinginliğin soğuk öfkesini ne o.
Çünkü biliyor, biliyorum. Nefrete dönmemeli kör dalgalar.
Bu gün yine kavga ettik içimdeki benle.
Tek tesellim aynaların olmaması evimde.
Çünkü ne ben kıyabilirim sakinliğimde tabaklara
Ne o kıyabilir gözlerinin yeşilinin, dönmesine kırmızıya.
Bu gün yine kavga ettik,
Yerde üç damla kan rengi şarap
Kırık kadeh
Ve ölü bir ceset
ö.ö.

Gibi

Sanki hiç beklenmeyen
Bir şey yapmışım gibi
Birden bire bisiklete binmeyi,
Öğrenmek gibi
Hani hep söylediğim şeylerin,
Aksini yapmışım gibi,
Çikolata mesela,
Sevmezmişim der gibi.
Ne yaptım söylesenize?
Farklı ne yaptım?
Hep söylediklerim,
Hiç istemediklerim dışında
Ne söyledim ki size?
Hangi hakla şimdi karşıma geçip de
Hesap sorar gibi,
Bir de çok tanır gibi,
Suçlu benmişim gibi,
Bakıyorsunuz gözlerime?
Ama durun siz söylemeyin,
Hata hep özlemlerin
Sanki hiç değil gibi...
Hep yeni, ama hep aynı.
Her son, bir tekrar gibi.
ö.ö.

An

An gelir ki, her kaçışında,
Dile getiremediğin her özleminde
Saklanmış her kuytu, korkunda
Ne kadar haklı olduğunu fark edersin.
Ama gerçek öyle ağır gelir ki
Bir tokat, bir yumru gibi
Gözbebeğine, nefesine
Yüreğine çarpar.
Kanatır.
Hiç beklemediğin bir anda
Sen kendini en hazır hissettiğin anda.
Aslında sen hiç hazır olmamışsındır
Ya da bilmem
Belki hazır olmuşsundur da
Acı dalga geçiyordur seninle ne bileyim.
Yine de korkma
Alışacaksın, kim ölmüş ki
Söylüyor, ölüm var diye.
Bilmez misin, mezarlıklar hep suskun.
Korkular, kaçışlar hep doğrun.
ö.ö.

Bir-an

Yılın herhangi, sıradan bir günü. Herkes, her gün yaptığı şeyleri yaparken mesela. Melis sakız çiğnerken, Aslı kitap okurken, Jon işe giderken ve Sofi mektup yazarken, süpermen dünyayı kurtarırken mesela. -bu sırada ben uyuyor olurum büyük ihtimalle- Bir şey olsa. Ufacık bir şey. Dünya boşlukta dolanmaktan sıkılsa, Melisin sakızının şekeri bitse, Aslı kitabında basım hatası olduğunu fark etse, Jon tatike çıkmaya karar verse ve Sofia mektubunu buruşturup çöpe atsa. Süpermen de dünyayı kurtarmaktan vazgeçebilir pekala. -Ki ben hala uyuyor olurum.- Yeryüzündeki tüm canlılar hafızalarını yitirse. Kimse beni tanımasa, kimse adımı bilmese. Bir boşluk olsam evrenin içinde, belki bir ceviz kabuğu? Tüm kurallar ve yargılar yıkılsa ve hayatımda ilk kez sadece bir kez, bir an olsun düşünmeden nefes alsam. Sonun düsünmeden atlasam, boşluğa. Kimse bilmese adımı. Kimse birleştirmese sıfatlarla adımı... Tek, yalnız bir anlığına...
ö.

Evet

-Belki de henüz altı aylıkken; sıkılıp annemden, doğmak istemeseydim bunların hiç biri olmayacaktı?

-İçimde bir katil yaşıyor; 8 yaşımda tatil için İstanbul'a gitmiştik. Evin bahçesindeki karınca yuvasından evin balkonuna kadar şekerden bir yol yapıp balkona gelen karıncaların hepsini öldürmüştüm. Azla yetinmeyi öğrenin diye. Kayıtlara geçsin; hiç bir ''tatlı''nın fazlası iyi değildir.

-Çok konuşan insanları sevmiyorum belki de bundandır çok konuşmam. Karşımdaki sussun, yeter artık konuşmasın istiyorum

-Ellerim, parmaklarım hep çok küçükler. Belki de bundan kalemi benim gibi tutan bir başkası daha yok bu dünyada. Bundan yola çıkarak bazen diyorum ki; sürekli merdivenlerden düşmem, bileğimi burkmam hep ayaklarımın suçu. Hem eğri hem de küçükler. Sonra sakar olduğumu kabul edip susuyorum.

-Bazen bir kütüphade yaşamak istiyorum, bir kuyu kadar derin sessizlik. Bazen de bir lunaparkta yaşamak istiyorum ne söylediklerim ne de yaptıklarım önemli bu gürültü içinde. Çünkü kimse duymuyor özlemi. Sonra durup evime bakıyorum. Benim evim bir hastane her odası ilaç dolu. Hayat da bir hastane gibi; acı, hüzün, mutluluk ve neşe bir arada -ne garip.

-Hala karanlıktan korkarım, ama odamı hep siyaha boyamak isterim. Çünkü ancak simsiyah bir tavanımda yıldızlarım gerçek gibi parıldayabilir.

-Asansörden de çok korkarım çünkü bir kez asansörde kalmıştım. Hayatımın geri kalan kısmında orada yaşamak zorunda olduğumu sanıp bisiklete binmeyi asla öğrenemeyeceğim diye ağlamıştım. -bu asansör bir hastanedeydi.

-En çok sarı ojemi seviyorum ama o kadar parlak ki utanıp o ojelerle dışarı çıkacak cesareti hiç toplayamıyorum

-Bir gün, bir gün bisikletle pariste dolaşacağım -güzel hayaller

-Çocuklardan, bebeklerden, ağlayan, mızmızlanan, sürekli soru soran, her şeyi merak eden, hareketli canlılardan nefret ediyorum. -en güzeli kedi

-Hayvanları çok severim ama hayatımda yalnız iki kez hayvanlara dokundum. İlki 5 yaşımda fanustan çıkarıp uyku vaktiiii diye yatağıma yatırdığım balıktı, diğeri de 7 yıldır kapının önünde beslediğim kedi ona da ilk kez bir ay önce dokunabildim.

-İçimde bir katil olduğunu söylemiştim belki de bundandır en sevdiğim rengin kırmızı oluşu.

-Son zamanlarda en sevdiğim içeçek kahve, çünkü artık çikolata yemiyorum. 5 fincan kahveden sonra ellerimdeki titreme azalıyor ve hiç bir şey hissetmemeye başlıyorum. Bu anlardan birinde, birinizi öldürebilirim. Ya da kendimi henüz karar vermedim. Tek korkum Müge Anlı. Neyse gidip 2007 tarihli fotoğraflarımı silmeliyim.

-Eskiden diş teli kullanırdım, gözlüklerim, örgülü saçlarım ve hala izlerini taşıdığım binlerce sivilcem vardı. -O zaman her şey daha kolaydı.

-Şimdi gidip film izlemeliyim, çok çok öptüm.

ö.

özlemlemlemlem

sonra durduruyorum hayatı

biraz dans edip sarhoş oluyorum

renkler karışıyor

gerçek hangisiydi unutuyorum

eskiler hep yeni yeniler de hep eski oluyor

kim ağlamış sormuyorum

çünkü biz hep dans ederiz

yalınayak yedi kedi ay ışığında

sanki cadının sihirli dans ayakkabısı

durmuyor ayaklarım

sanki çok da güzel sesim

durmuyor dilim

hep hep hep konuşuyorum

bazen uykum geliyor yine de dans ediyorum

çünkü gerçek neydi unutuyorum

çünkü hiç bulamıyorum

ama hep merak ediyorum

daha daha daha sevmek derken

az mı dedin

çünkü bazen sabah oluyor

özlemiyorum da işte

biliyorsun

adım özlem benim

ö.ö.

Salı, Eylül 13, 2011

Yaşamak

Uğur böcekleri toplamadan bir kavanoza
Ve öpmeden bir kedinin patilerini
Islanmadan iliklerine dek bahar yağmurunda
Gün batımını izlemeden el ele sevgilinle
Yaşadım diyebilir misin?
Pariste dans etmeden
Sokaklarda ip atlamadan
Ve bir kez mutlaka
En güzel elbisemle düşmeden havuza
Yaşlandım demeyeceğim!
Siz bayım, siz.
Hiç ateşböceği gördünüz mü
Bir tren istasyonunda?
Ya da gözlerinizden yaşlar gelene dek
Güldünüz mü yanımda?
Siz yaşamıyorsunuz ki bayım
Yazık bile diyemeyeceğim.
Çünkü bir kez uçmadan ben
Ve sokaklarda kahkaha atmadan
Balonlarımı sizinle paylaşmayacağım!
Tırmanmadan kendi Everest'ime
Geçmeden hayallerinizdeki mükemmeli
Vazgeçip dönmeyeceğim yatağıma!
Gün sonunda toplanırken tüm tezgahlar
Güleceğim gözlerinizin içine baka baka,
Yaşadım hem de doyasıya diyeceğim bayım
Size, üzerinden; bisikletimin!
ö.ö.

Lazım

Bu hayatta feminist olmak lazım.
Çok sevdirip, hiç sevmemek lazım
Ya çok deli olmak ya da delirmek lazım.
Biraz aşk biraz acı lazım
Ama en çok çikolata lazım.
Biraz da uyku
Uyku için de, masal dinlemek lazım
Bazen inanmak
Nedenini niçinini sorgulamamak lazım
Yine de dedim ya
Bu hayatta en çok uyku lazım.
Bundandır uykuyu çok seven
Nazım'ı da çok sever.
Nazımın ki gibi aşklara, hep kanmak lazım
Kanmak lazım ki, uyumak lazım.
Uçlarda olmak lazım
Ya hep orada olmak
Ya hiç uğramamak lazım.
Biraz gözlerini kapatıp, uzlaşmak lazım.
ö.ö.

Manken

Çimen rengi ojesini yeni sürmüş
Giyinmiş, hazır bekliyor.
Pullu gece elbisesi
Ve pembe askılı çantası.
Biri üzerinde, biri yerde.
Yerdeki gölgesi kollarını uzatmış,
Uzanıp tutacak,
Kapının hemen ardındaki mankeni.
Köşede bir manken suskun.
Konuşacak, susuyor
Dili çözülüverecek, sorsan söyleyecek.
Başında dün geceki sarı peruk
Anlatacak şarkıları ve yalanları.
Söyle soluk yüzlü manken
Peruklara yapışıp kalır mı aşklar
Sevdalar ve söylenmemiş dizeler.
Yoksa tek taşıdığın duman mı böyle
İçilmemiş, geceden kalma.
ö.ö.

Yenidünya


Henüz on beşinde; hiç hoşlanmazdı

Sarı tombul bir patatese benzetilmekten.

Hoşlanır mı hiç, ilk gençlik telaşında

Yeni çapkın, kartal yürekli çocuk?

Sahi, isyankar; şair ruhlu genç adam

Ne zaman anılmaya başlamıştı

Patates değil de, efsane şair adıyla?

Hoş, aynı genç adam

Gizlice binerken, yenidünya vapuruna;

Heyecanlı, titrek

Kim bilir. on dokuzundan,

Kaç yeni gün almıştı?

ö.ö.

İçimdeki ben

Bu gün yine kavga ettik içimdeki benle. Güvensiz, hırçın ve öfkeli.
Kayaları döven dalgalar gibi gözleri kör.
İçimdeki benin her çarpışında öfkesini kayalarıma aşınıyor ruhum duvarlarım.
Eğer bir gün yüzyüze gelebilsek içimdeki benle -ki bilirsin nefret ederim tüm aynalardan- bir kaç tabak kırılacak
Biraz cam ve kırık dolacak, gözlerim kanlanacak, canım yanacaktı.
Ne o durdurabiliyor öfkesini ne ben.
Ne ben diliyorum dinginliğin soğuk öfkesini ne o.
Çünkü biliyor, biliyorum. Nefrete dönmemeli kör dalgalar.
Bu gün yine kavga ettik içimdeki benle.
Tek tesellim aynaların olmaması evimde.
Çünkü ne ben kıyabilirim sakinliğimde tabaklara
Ne o kıyabilir gözlerinin yeşilinin, dönmesine kırmızıya.
Bu gün yine kavga ettik,
Yerde üç damla kan rengi şarap
Kırık kadeh
Ve ölü bir ceset
ö.ö.

Cumartesi, Ağustos 20, 2011

Kedi

Islık çalmayı öğrenmeden
Yavru bir kedi beslemeden
Bir sincaba dokunmadan ölmeyeceğim.
Hemen şimdi, şu dakika
Nefesimi tutmadan yüzeceğim
Ve yarın ve sonraki gün
Kumdan kaleleri yıkacak
Kumsalda en güzel kabukları toplayacağım.
Okyanusun sesini duymadan
Rüzgarda süzülmeden ölmeyeceğim.
Yedi kedi dans edecek
Yedi gün ve
Yedi gece
Yedi ay üzerinde.
Yedi ayın yedisinde
Yedi kedi gelecek
Geçmişimi yiyecek
Yedi gün yedi geceye erdiğinde
Yedi son kez atınca kalp
Okyanusun sesini
Islığın zevkini
Sincabın neşesini tadınca
Duracak kalp
Yedi kedi dans ederken ve
Yedi ayın üzerinde yürürken yedi kedi.
İki dünya, tek rüya
Ve yedi kedi
Dört ayak.
ö.ö.

Ben, biz

Benim inandığıma inanmıyorsan eğer
Sen en büyük düşmanımsın!
Eğer benim dinlediğim güzel değilse sana
Sözünü, sesini duymayacağım asla!
Benim sevdiğim resimleri sevmeli
Benim yaptıklarımı yapmalısın!
Benim gibi düşünmeli, öyle giyinmelisin!
Eğer benim gibi değilsen
Yanılmışsın, hakkın yok senin yaşamaya!
Ya sana zulmetmeli ya da seni dışlamalıyım
En acımasız sözler ve gözlerle!
Tüm dünya ben olmalı
Her yüz ben.
Milyonlarca ben!
Bir ayna gibi yansıtmalısınız her biriniz beni.
Çünkü benim gibi değilseniz
Asla doğru değilsinizdir!
Yeni bir şey öğrenmeyeceğiz asla
Yeni bir şey görmeyeceğiz.
Yeni bir fikri duymayacağız
Çünkü biz; hem kör hem de sağırız!
Bizim gibi düşünmeyenler,
İnanmayanlar, giyinmeyenler ve olmayanlar
Hep yaptığımız gibi
Dışlanmalı ya da zorlanmalı.
Çünkü biz; hem kör hem de sağırız!
ö.ö.

Cuma, Ağustos 12, 2011

Aldatmak

Gün doğarken tutma ellerimi
Bir güneşimi,
Bir de şiirlerimi aldatmam ben.
ö.ö.

Perşembe, Ağustos 11, 2011

00.05


Nefes nefese kalmıştı, durmadan koşuyordu. Yapması gereken bir şey vardı hissediyordu asla yapamayacağını bildiği halde yapması gerekiyordu. Ellerinde bir fille, ip üzerinde yürümek gibi. Nasıl olduğunu bir türlü tarif edemediği his. Bir imkansızlık bir umutsuzluk derin bir batak ve karanlık. Birden rüyada olduğunu hissetti. Evet işte yine o rüyalardan birindeydi. Bir türlü kurtulamadığı şu rüyalar! Neredeyse kendini bildi bileli bunları görüyordu. Zaman zaman yok oluyorlardı. Bazen aylarca rüya görmediği oluyordu tam kurtuldum diye seviniyorken yeniden başlıyordu. Ama bu kez sanki farklıydı neredeyse her gece görüyordu. Bazen uyanıkken bile rüya görüyor gibi hissettiği olmuştu. Bu kadar sık görmesi hayra alamet değildi. Birden öfkelendi, neden rahat bırakmıyordu şu rüyalar onu bıkmıştı artık tek istediği herkes gibi olmaktı. Uyanması gerektiğini düşündü ama yapamadı.
Evet biraz farklıydı, herkes gibi değildi. Kimsenin inanmadığı şeylere inanır; gece aynalara bakmaz, parmağında bir yüzük olmadan evden çıkmaz saçlarına daima kırmızı bir kurdele bağlardı. Ama bu rüyalar onun için bile fazla garipti.
Belki bu kez rüyanın sonunu görebileceğini düşündü, ama tekrar tekrar aynı anlamsız şekilleri görüyordu. His kaybolmak bilmedi, sanki daha da ağırlaştı soluduğu hava katılaştı elle tutulur oldu ve ciğerlerini tıkadı nefes alamaz oldu boğuluyordu çırpınmaya başladı kalbi deli gibi atıyordu uyanmak istiyordu ama gözlerini açamadı. Gözlerini açtığında kendini rüyanın içinde buluvermekten, kurtulamamaktan korkuyordu. Ama daha fazla dayanamadı. Bir çığlıkla gözlerini açtı, yatakta doğruldu. İşte kurtulmuştu korktuğu olmamıştı rüya bir an öncede kalmıştı.
Ter içindeydi. Saçları yüzüne ve boynuna dolanmıştı, saat baktı saat 00.05’i gösteriyordu. Ayaklarını yatağından aşağı sarkıttı karanlıkta terliklerini aradı bulamadı. Yalın ayak kalktı yatağından soğuk taşlara basmak iyi gelmişti. Pencereye doğru yürüdü, camı açtı. Dışarıda ılık bir esinti vardı rüzgar saçlarına değince hafifçe ürperdi ama geri çekilmedi. Rüzgarın onu tanımasına izin verdi gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı ciğerlerine dolan havayı hissetti, sakinleşmesi için birkaç ağır dakikanın geçmesi gerekti. Sonra gözlerini araladı, şimdi daha iyi hissediyordu. Pencereyi aralık bırakarak yatağına doğru yürüdü ama oturmadı. Gözü masasının üzerine yığılı eşyalara takıldı; birkaç kitap, önceki geceden kalma boş bir kahve fincanı, yarısı yenmiş bir paket çikolata ve bir kutu kibrit.
Evet farklı şeylere inanırdı. Yatağının başucundaki ufak sehpanın üzerinde küçük siyah bir kutusu vardı. İçinde farklı renklerde iki tespih, ufak bir haç, birkaç renkli bilye bir nazar boncuğu ve yanmış kibritler vardı. Korktuğu zamanlarda onlara sığınırdı. Onlar yanındayken kendini daha güvende hissediyordu. Tabii bunu kimseye itiraf edemezdi. Anlamazlardı. O da anlamıyordu. Neden insanlar herkesin aynı şeyleri yapmasını, aynı şeylerden hoşlanmasını ve aynı şeylere inanmasını istiyorlardı ki? Kendilerinden olmayan herkes ve her şey yanlıştı ya onlara uyardın ya da dışlanırdın. Kural buydu ve o dışlananlardandı. Hoş şikayetçi değildi bu işine geliyordu böylece onu rahatsız etmiyorlardı o da yalnızlığının tadını çıkarabiliyordu. Birkaç yakın arkadaşı, pek hoşlanmadığı ama yine de vazgeçemediği kedisi, kitapları ve huzuruyla gayet mutluydu.
Yatağına oturmadan masasına yöneldi, çekmecelerden birini açarak karıştırmaya başladı içinde pek çok ıvır zıvır olan bu çekmeceyi düzenli tutmayı hiçbir zaman beceremezdi. Sonunda aradığını buldu, beyaz bir mum ve çakmak. Çekmeceyi bir zafer edasıyla kapatıp çakmağı çaktı ama mumu yakmadı. Onun yerine bir süre ateşe bakıp ne kadar sahte göründüğünü düşündü. Çakmağı masaya bırakıp kibritlere yöneldi. Onlar daha gerçekti. Sonunda mumu yakmayı başardığında gülümsedi, ayaklarını sürüyerek yatağa yaklaştı ve mumu sehpanın üzerine bıraktı. Ardından yatağına bağdaş kurarak oturdu.
Mumun sönmesiyle kendine geldi. Kim bilir kaç saattir aynı şekilde oturuyordu, çünkü güneş doğmaya başlamıştı. Oysa o kadar uzun zaman geçmiş gibi hissetmiyordu, garip. Bacakları uyuşmuştu, yatağından aşağı sarkıtıp salladı ayaklarını. Muma bakarken önceki geceyi düşünüyordu. Oysa kısa bir gece olmuştu, ama yine de mumun eriyip bitmesi için yeterli bir süreymiş diye düşündü dalgın dalgın mumdan kalanlara bakarken.
Güneş doğuyordu, gökyüzü mora boyanmıştı aslında içinin huzurla dolması gerekiyordu ama ağzında garip bir tat ve huzursuzluktan başka bir şey hissetmedi. Yine de ruh dedi, Tanrı her sabah bizleri ruhla sarmalıyor. Özümüze dönebilmemiz için, kendimiz olabilmemiz için. Biz her sabah henüz uyuyorken, üzerimizi örtüp sarmalıyordu huzur, şefkatli bir annenin çocuğunu koruması gibi. Güneş içindeki yangına ve kızıl ateşli öfkesine rağmen insanoğlunu seviyor olmalı diye düşündü, içinde hala garip bir huzursuzluk. O sırada gözü raftaki saate ilişti, şaşırdı. Saati durmuş olmalıydı çünkü saat gecenin ikisini gösteriyordu hay aksi dedi, oysa pilini daha geçen hafta değiştirmişti hatırlıyordu çünkü yaramaz kedisi saatini düşürdüğünde pillerden biri yuvarlanıp dolabın altına girivermişti. Pili almak zor geldiğinde fazla uğraşmamış çekmeceden yeni bir paket pil alıp takmıştı. Kızgınlıkla saate baktı hava aydınlanıyordu oysa şu aptal saat hala gece ikiyi gösteriyordu. Pencereye doğru yürüdü ve gökyüzüne baktı.
Bacakları birden onu taşımaz oldu, hayır hayır bu gerçek olamazdı imkansızdı hayal görüyordu. Korkudan titremeye başladı yere yığılıp kaldı ağlıyordu ne yapacağını bilmiyordu kaçmak istedi sürekli hayır hayır diye tekrarlıyordu bu olamazdı gerçek değildi hayır aynı şeyleri tekrarlıyordu sürekli hiç böyle hissetmemişti öyle çok korkuyordu ki nefes alamıyordu dışarıya yeniden baktı saat gerçekten gecenin ikisiydi ve gözlerinin önünde güneş soldan doğuyordu. Nasıl olduğunu bir türlü tarif edemediği his. Bir imkansızlık bir umutsuzluk derin bir batak ve karanlık.
Birden gözlerini açtı. Ter içindeydi. Saçları yüzüne ve boynuna dolanmıştı, saat baktı saat 00.05’i gösteriyordu.

ö.ö.

8:10


Bağırarak gözlerini açtı, ter içinde kalmıştı. ‘’Neyse ki her şey rüyaymış.’’ dedi ve derin bir nefes aldı, yan döndü ve saate baktı saat 8.10 du.
Saat yine çalmamıştı aceleyle yataktan fırladı, bir an önce işe yetişmesi gerekiyordu. Bu ay içinde kaçıncıydı bu! Keşke o filmi izlemeseydi… Geç yatmıştı, filmin sonunu merak etmişti. Kızdı kendi kendine; sonra izlerdi, neden o saate kadar oturmuştu ki? Sabah erken kalkması gerektiğini biliyordu. Şimdi bunları düşünmeye zaman yoktu. Kendi kendisiyle tartışarak aceleyle hazırlandı, ofiste bir şeyler atıştırırım diyerek çıktı evden. Arabasına bindi, anahtarı neredeydi? Bulamıyordu bir türlü… Almamış mıydı yoksa? Aceleyle eve döndü, anahtarını aldı, arabaya koştu. Bütün aksilikler onu buluyordu. Bu kadar da olmaz dedi. Arabayı çalıştırdı. O da ne? Çalışmıyordu! ‘’Neden ben Tanrım! Tüm kızgınlığını benden mi çıkarıyorsun? İşten kovulmama neden olacaksın!’’ dedi ve arabadan indi. Saatine baktı, yeterince hızlı olursa otobüse yetişebilirdi. Ofisi arayıp geç kalacağını haber vermeliydi… O sırada telefonunu da evde unuttuğunu fark etti, geri dönüp telefonu almakla, otobüse yetişmek arasında tercih yapmak zorundaydı. Koşarak eve geldi, telefonunu dün gece uyuyakaldığı, üzerinde kahve lekesi olan o yeşil koltuğun altında buldu. Çok zaman kaybetmişti! Acele etmesi gerekiyordu… Deniz manzaralı lüks dairesinden ayrıldı. Asansör bozulmuştu… Merdivenlerden koşarak indi, nefes nefeseydi. Caddeye kadar koşar adım yürüdü, acilen bir taksi bulmalıydı. O sırada arkasında sesler duydu, bağırışmalar… Şimdi dönüp bakmakla zaman yitiremezdi. Karşıdan bir taksi geliyordu. Elini kaldırdı. Taksiye bindi, işte her şey yoluna giriyordu. En hızlı şekilde ofise yetişmeliydi. Bundan daha önemli ne olabilirdi ki, şoföre acelesi olduğunu söyledi. Taksinin içindeki boğuk hava midesini bulandırdı; sabah hiçbir şey yemediğini fark etti. Camı açtı, biraz temiz hava aldı. Başı ağrıyordu, nasıl bir gündü bu gün böyle? Her şey üst üste mi gelirdi? Biraz daha hızlı gitmesini söyledi taksi şoförüne kızgınlıkla. Adam bir şeyler mırıldandı. Ne dediğini duymadı ama umrunda da değildi. Acelesi vardı. Dün akşamki filmi hatırladı; her şey Murat yüzündendi.
Murat lise sondan sınıf arkadaşıydı, dün tesadüfen karşılaşmışlardı. Murat onu kahve içmeye davet etmiş, oda kabul etmişti. Konu konuyu açmış ve Murat, o izlediği filmi anlatmaya başlamıştı. İlginçti doğrusu, ilgisini çekmişti ilk başta, bende izlemeliyim demişti, sanki acelesi varmış gibi! Başka zaman izlese olmaz
mıydı? Murattan ayrıldıktan sonra filmi almaya gitti. Eve döndüğünde saat geç olmuştu. Eve iş getirmişti, onları incelemesi gerekiyordu. Üşendi, sonra yaparım diyerek kenara attı, evde biraz oyalandı. Ne yapmıştı? Garip! Hatırlamıyordu. Sonra filmi izlemeye karar vermişti; aslında planı birkaç arkadaşını çağırmaktı ama havasında değildi tek başına izlemek en iyisi diye düşünmüştü. Film o kadar da ilginç değildi, sadece sonunu merak etmişti sonu da etkileyici değildi.
Beğenmediği bir filmi neden ısrarla sonuna kadar izlemişti oda bilmiyordu. Belki değişiktir diye düşünmüştü. Sonunda kanepede uyuyakalmıştı… İşte, her şey birbirine bağlıydı!
Birden sarsıldı ve kafasını arabanın tavanına vurdu, sonra cama… Her yer kan oldu! Sesler duydu, ne olduğunu anlamaya çalıştı ama anlayamadı. Sonra her yer karardı, sesler azaldı... Gözlerini açtığında ortalık savaş alanı gibiydi, birden bir kaza gördü. Lastiği patlamış olmalı, diye düşündü, kontrolünü kaybetmiş ve yoldan çıkmış, takla atarak durmuş sanki... Tüm bunları yaşamış gibi oldu bir anda, her yer kandı, herkes bağırıyordu. Ambulans! Diyorlardı. Merak etti, yaklaşmak istedi kıpırdayamadı, sonra kendini gördü. Arabadan çıkardılar ve üstünü örttüler. Hey! Burada kendisinden bahsediyordu, bu nasıl olur dedi, çıldırmak üzereydi. Sonra her şeyi yukardan izlediğini fark etti. ‘'Olamaz!'’ dedi '’Hayır olamaz!’' Bağırdı, kimse onu duymadı. Sonra sustu, vazgeçti.
Dün Murat'ı görmeseydi, filmi izlemeyi aklına koymasaydı, geç saate kadar oturmasaydı ve geç kalkmasaydı bunlar olmayacaktı. Arabası çalışsaydı ve taksiye binmeden arkasına dönseydi o hamile kadını görecek, ona yer verecekti… Belki de bu kazada, o kadın ölecekti! Kadın kurtulmuştu ve bebeği... Hiç bir şey yapamadı, hiçbir şey söyleyemedi… Hissedemiyordu! Hiçbir şey... Uyuşmuş gibiydi; sonra yeniden bağırmaya başladı. ‘'Ben buradayım hey!'’ diye… Bunu kabul edemezdi, o ölemezdi, daha yapması gereken onca şey vardı… Toplantıya yetişmeliydi, belki de bu ay bir üst kadroya yükselecekti, Uzun zamandır bunu bekliyordu ama o ölmüştü! ‘’Bu olamaz’’ dedi, sürekli bunu tekrarlıyordu… ‘’olmaz, olamaz!’’


Bağırarak gözlerini açtı, ter içinde kalmıştı. ‘’Neyse ki her şey rüyaymış.’’ dedi ve derin bir nefes aldı yan döndü ve saate baktı saat 8.10 du…

ö.ö.

Yeşil

Küçükken yeryüzündeki tek yeşil gözlü insanın ben olduğumu sanardım.
Öyle ki, diğer insanlar her şeyi soluk görürken ben parlak görürdüm.
Çünkü benim gözlerim yeşildi.
Kendimi çok özel görürdüm,
Dünyada ne kadar çok insan olduğunu düşünür
Sonra da o kadar beden içinde
Bu bedene layık görüldüğüm için
Ve yeşil gözlü olduğum için gülerdim
Ben şanslı kızdım.
Ben hiç bir zaman kötü olanları yaşamazdım
Duyardım, dinlerdim, bilirdim
Ama ben yaşamazdım.
Bu yüzden ilk kez tanıdığım biri öldüğünde
Gözlerimi kapatmıştım
Tekrar açtığımda karşımda oturuyordu.
Bunu kimseye söylemedim
Ama onu 39 gün fazla gördüm herkesten.
Kapımızın önüne haftanın bir günü pazar kurulurdu
Günün sonunda yerdeki sebzeleri toplayan
İnsanlar görürdüm
O sebzeleri evlerine götürüp yemek yaptıklarını
Çocuklarına yedirdiklerini anlatırdı annem
Sonra kendimi o insanları yerine koyardım
Hep o yerdeki sebzeleri toplayanlardan biri olmak isterdim
Sırf yerdeki domatesin tadı
Sevgi ve gözyaşıyla
Nasıl oluyormuş merak ettiğim için.
Bir gün sokakta oyun oynarken
Etrafıma hiç bakmadan koşuyordum
Çnükü o sırada çaydanlığa benzeyen
Bir bulutun
ağaca dönüşmesini izliyordum
O gün yanlışlıkla bir arabaya çarptım
Neredeyse ölecektim
Şöför bana çok bağırmıştı
O günden sonra hep ölmek nasıl bir şeymiş merak ettim
Ama gece ölmek istemem
Çünkü bir arkadaşım
Uykuda ölmek isterdim dediğimde
Bana, ya çok güzel bir rüya görürken ölürsen?
O zaman hiç bir zaman sonunu
Öğrenemezsin dedi
İşte o zamandan beri daha az ölüyorum rüyamda
Yine küçükken yıldızlara bakmaya korkardım
Eğer çok bakarsam yıldız olacağımı sanardım.
Bu dünyada tek olduğumu
Ve yıldız olursam
Bana benzeyen hiç kimsenin olmayacağından korkardım
Ve o anda dünya kimlerin aynı şeyi düşündüğünü merak ederdim
Bir gün sınıfımıza bir çocuk geldi,
Gözleri yeşildi
Bir gün düştüm,
Canım acıdı
Bir gün ölmek istedim,
Uyanıkken ölecek cesareti bulamadım
Ve bir gün
16 yıl 1 ay ve 2 gün öncesine döndüm
Ve 1 yıl, 2 gün önce
O yıldızlara bakmaktan korkmadım.

ö.ö.



Oyun

Gemiler yüzdürürdüm.
Korkar çıkmazdım dışarı
Sokakta oynamaz da gider,
Balkonda dans ederdim.
Ama ben en çok,
Saklambacı severdim.
Ne zaman bir yere saklansam
Uyuyakalır,
Rüya görmeden uyanmazdım.
Şimdi rüyalar,
Uzak oyunlara
Masallar
Dev dünyalar
ö.ö.

Mısır

Kapatılmış bir sinemanın
Bordo renkli koltukları
Arasında unutulmuş
Beyaz bir mısır tanesi
Çocukluğum.
Gözünde, güzel;
Dudağında tatsız
Ve yaşlı.

ö.ö.

Böcek

Ne güzel gülüyorsun
Böcek.
Hiç görmediğin dünyalarca.

Ne güzel söylüyorsun
Böcek.
Hiç duymadığın şarkılarca.

Ve ne güzel ölüyorsun
Böcek.
Hiç yaşamamışçasına.

ö.ö.

Angel Kek

Yok azizim yok, böyle olmayacak. Sistem yanlış bir kere!
Kadınların işi gücü yokmuş, erkekleri kendilerine aşık etmek için melek keklerine, aşk iksirlerine, totemlere, büyülere kafa yoruyorlarmış. E durum böyle olunca, kadınların aklı fikri aşkı bulmaktaysa ben bir kitap yazsam deli saçması da olsa okunur hatta satıldıkça satılır diye düşünür insan. İtiraf edin siz de düşünürdünüz, düşünmedim demeyin, inanmam. Yalnız anlamadığım bir şey var, madem bu kadar aşk meraklısısınız kızlar, erkeklerin yazdığı bunca aşk şarkısı niye? Sorun sizde değil bizde azizim. Şimdi size bu inancımı savunurdum ama şu yeni ‘angel kek’ tarifini bir denemem gerek. Zamanım yok. Yalnız şunu söylemeden geçemeyeceğim, benim olmazsan taciz ederim!?

Zaman demişken… Gün 28 saat olsa mesela, hatta benden birkaç tane olsa, uzaylılar gelse beni klonlasa, birini okula birini dershaneye göndersem biri sınavlara girse diğeri odamı toplasa ben de uyusam, hep uyusam.Yok yok olmayacak gün 28 saat olsa ben yine de yetişemem her şeye. En iyisi benden birkaç tane olması. Bunun da bir iksiri, şusu busu yok mu canlar? İnsan istemez mi şöyle rahat etmeyi, uzatıp bacaklarını hiçbir şeyi düşünmeden dinlenmeyi. Bekliyorum, umudum var. Donald Duck’a pantolon giymediği için yayın yasağı getiren insandan ben bunu da beklerim. Hakkımdır.

Uzaylılar gelip bir gece de şu dünyanın genleriyle oynasa mesela diyorum. Daha kötü olabileceğini sanmıyorum da belki bir umut iyi olur ne dersiniz? İyi düşünün, evren olumlu enerji istiyor. El ele tutuşup sistemi düşleyelim, masallar şarkılar söyleyelim dünya pembe olsun her şey yoluna girsin. Periler, melekler, kelebekler falan.

Bisiklete binmeyi bilmediğimi unutup, bazen çekip gitmeli insan diyorum, dünyayı dolaşmalı. Yalnız bir şey var ki insan, barış, mutluluk huzur için bisikletine binip dünyayı gezerken, bir gün cesedinin yol kenarında bulunabileceği gerçeğini de unutmamalı. Ama siz yine de olumlu düşünün. Güzel olacak. Her şey güzel olacak.

Şehir bezginleri diyor Elif Şafak onlara, azıcık para azıcık tasa oradan oraya gezen az biraz melankolik, biraz naif sessiz ama daima umutlu bohemler. Ben pembe gözlüklüler diyorum onlara. Daha eşit, daha mutlu, tabiata uygun yaşamayı hayal eden daimi mutlulular. Sanırım sürekli şu melekli keklerden yiyorlar. Doğru renklerini de bulmuşlar, enerji meselesi canlar.

Tabiata uygun yaşamak demişken değinmeden geçemeyeceğim. Kim demiş şehirlerde her yer beton diye! Çok kızıyorum böyle diyenlere! Kim demiş, vakti zamanında Egeden yola çıkan A maymunu ağaçtan ağaca hiç yere inmeden Ankara’ya kadar gidebilirmiş diye. Aman azizim sıkmayınız tatlı canınızı, değil mi ya?! Yer gök yeşillik, çıkarmayın başımıza böyle icatlar. Bu devirde Don Kişot’luk yapmak size mi kaldı canım?!

‘‘Üç yumurtayı kırdım önce, portakal dilimledim ince ince göz kararı da biraz süt kattım kalktım sana kek yaptım.’’ Baksana aşkın formülü o kadar da yeni değilmiş. İnanıyorum, işin sırrı yumurtada. Yaptım olacak! Bu kek işi tutacak, yumurtayı da ayarladık mı tamam.

Son olarak da şunu belirtmeliyim, benim olmazsan taciz ederim diyen Nihat Doğan sesinde bile duymadım ben wikileksi sesli okumaya çalışan vatandaşın ses tonundaki kararsızlığı.

ö.ö.

Çarşamba, Ağustos 10, 2011

Gülmek

Çok güvenmeyeceksin hiç kimseye,
‘Dostum’ derken bir kez daha düşüneceksin
Çünkü ‘dost’ kelimesini herkes taşıyamaz
Ağır bir yüktür
Dost olmak.
‘’Gün gelir güvendiğin dağlara karlar yağar’’
Sen de o karların altında kalırsın!
Kalmalısın da!
Yoksa öğrenemezsin
İnsanların ne kadar iki yüzlü
Ne kadar sahtekar
Ve oyuncu olduğunu.

O karların altında kalmadan
Büyüyemezsin.
Ancak canın acıdığında
Üzülmemeyi öğrenmelisin
Yoksa ezilirsin
Yoksa ağlarsın
Yoksa herkes ne kadar güçsüz olduğunu görür
Acınanlardan olursun!

Güçlü olursan ama;
Her zaman suçlu sen olursun!
Çünkü öyle bir anlatılır ki
Senin güçlü olman
Zayıf olmayı ister olursun
Neredeyse güçlü olduğun için
Sen bile utanırsın kendinden
Güçlü olmak bir erdem değil de
Bir suçmuş sanarsın
Ancak hayatın boyunca şunu unutmamalısın
Güçsüz olursan
Kendine acırsan
İnsanlar sana acırsa
Hayat sana asla acımaz!

Önce aynaya bakacak yüzü olmalı
İnsanın!
Birinin gözlerinin içine bakabilmeli
Konuşurken.
Korkmamalı yalanlarının maskesinin
Düşmesinden.
Çünkü maskesi olmamalı
Saklayacak yalanı olmadığından!

İnsan dediğin
Nankör.
İnsan dediğin
Bir balık kadar unutkan!
Yine de sen şunu unutmamalısın,
Verdiğin değerlerin karşılığını
Bulamayacaksın hiçbir zaman.
Ha belki gün gelecek
Öyle insanlar çıkacak ki karşına
Tüm bu kızgınlığını
Unutturacak, insanlığa
O da ancak şanslıysan çıkar ya karşına!
Ne olursa olsun yine de güleceksin!
Ağlasan da
Dayanamasan da
Zaman geçecek güleceksin
Zaman durup seni beklemez ki güzelim,
Yine olacak güleceksin
Hatta öyle ki kahkahalar atacaksın.

Kimse sana inanmasa da
Sen bileceksin kendini
Sen doğruyu görecesin
Çünkü perdeler kalkmış olacak gözlerinden
Acılar büyütecek insanı
‘Dost’ dediklerin gidecekler belki
Ancak hiçbir zaman ‘düşman’ demeyeceksin
Yakışmaz çünkü.
Sen üzülsen de
Sen gülsen de
Yaşanmışlıklar olacak

İyilikler unutulur da
Kırılmışlıklar
Üzülmüşlükler
Asla iyileşmez
Unutkan dediğin insan gün gelir
Tüm hatalarını çarpar yüzüne
İşte öyle zamanlarda
Yine de güleceksin
Hoş gülmeyip de ne yapacaksın?

Hayat bu
Her zaman iyiler de olacak
Kötüler de
Sen iyi de olacaksın
Kötü de
Sevileceksin de
Nefret de edileceksin
Ne yaparsan yap insanları memnun edemeyeceksin
Yine de güleceksin!

Çünkü gülmek
Herkese yakışır…

ö.ö.

Kadın


Doğayı en iyi, bir kadın anlar.

Çünkü kadın;
Bir çiçek kadar narindir,
Sevmelerinde
Ve dağlar kadar da dayanıklıdır,
Sevilmemelerinde

Dört mevsimi en canlı, bir kadın yaşar içinde.

Çünkü kadın;
İlkbahar gibi taze
Yaz kadar sıcaktır
Aşkında.
Ve sonbahar gibi sessiz
Kış kadar soğuktur
Gidişinde.

Güneşi en güzel, kadın anlatır yüreğiyle.

Çünkü kadın;
İsterse güneşi kıskandırır
Gülüşlerinde
Ve sonsuzlukla dondurur
Ter edişlerinde.

Suyu en saf, kadın anlatır gözleriyle.

Çünkü kadın;
Irmaklar, nehirler taşımasını bilir
Güçlü yüreğinde
Ve yağmurlarıyla yıkamayını da bilir
Gözlerinin özünde

Rüzgarı en dolu dizgin, bir kadın anlatır gülüşlerinde

Çünkü kadın;
Sessiz tebessümleriyle ısıttığı gibi
En sahte kahkahalarıyla öldürür
C'an'ları


ö.ö.

Ağıt

İsmin bir taşa
Yazılmaktan öteye
Geçmemişse
Şu hayatta
Senin de
Ağıdın karışacak
Bu mezarlığın
Sessiz duvarlarına