Pazar, Aralık 11, 2016

612111

çırılçıplak soyunup sularında
susmuş bir şarkıda dans ettim
adını anmaya korkup çığlık çığlığa
sokaklara hep seni söyledim.

11.12



<< sokaklarda içimi titreten ayaz, masamda ellerimi ısıtan sıcak kahveler, üstümde güvenli ve sıcak tutan kazaklar; penceremde kar taneleri ve ısınmak için birbirine yaklaşmış eller... En sevdiğim mevsimdir kış. Asla kendisi sevdirme ve olduğundan sıcak gösterme illüzyonuna karışmadan olduğu gibi; soğuk, öfkeli ve acımasız. Yaz mevsiminin parlak yapmacık renklerinden sıyrılmış, samimi ve çok güvenlikli bol kazaklarımızın içine sığınabilmemiz için rahat. Bildik, tanıdık o ayıcıklı pjamaları giymek gibi, en sevdiğin filmi battaniyeye sarılıp üçlü koltukta milyonuncu kez izlemek gibi, o en sevdiğin şiiri ağzından soğuğa üflenen dumanda tekrar tekrar okumak gibi. Birini sevmek gibi, tüm vazgeçişlerine rağmen ''olmak istediğin tek yer'' gibi. >>

2013, aralık.

ilk adım, ilk sözüm.


hala anı şarkıları dinliyorum. aynı filmin aynı sahnesine gülüyor, kahvemi soğuk içiyorum. artık kazak giymiyorum, o ayıcıklı pijamayı da. daha çok gülüyor, daha az ağlıyorum. yazdan artık nefret etmiyorum ama kışı da eskisi gibi sevemiyorum. birini sevemiyorum. şiirleri okuyamıyorum. olmak istediğim yer yok artık. 18:02


 siz hiç soğuk banyo taşları üzerinde saçlarınızdan sular damlarken ağladınız mı? ölmeyi isteyecek kadar mutsuz, hayatta kalamayacak kadar sarhoş? artık yazamıyorum, çünkü hissedemiyorum. taze kahvenin kokusunu alamıyorum, sabah alarmına kızamıyorum, suyun altında kalamıyorum nefesimi tutamıyorum. mutsuz değilim, üzgünüm. 18:54

ilk evim, ilk yemeğim 

tek yaşamaya alıştım, tek kişilik yemek yapmayı öğrenemedim. hiç duşta şarkı söylemedim ama duştan sonra dans etmeyi çok sevdim. kapının önünde ayakkabı bırakmaktan hep nefret ettim. zaten kapı önü ayakkabıları sadece ölüler içindir. evim mezarlığa yakın beni saksılara ekin. 21.05

that life is beautiful around the world 


ilk aşkım, ilk yatağım

çift kişilik yatak aldım, hala solda yatıyorum. babama söyleyin geceleri ağlamayı bırakalı birkaç ay oluyor artık karanlıkta uyuyorum faturamı ödeyemedim bazen üşüyorum. 21:09


ilk yaşım, ilk aşım

grip aşılarının bile zamanı var, kendine zaman ver. -burada biraz şarap olacak- koşmaktan yorulduğumda daha çok koşuyorum, konuşmaktan korktuğumda daha çok konuşuyorum. yalnızlığı sevdikçe kapıları açıyorum gir içeri. ki öpülmemiş dudaklar yasemin kokarmış, şimdi yaz akşamı hüznüdür ellerin.  21:20

ilk kara, ilk mavera

bilmiyorum. 21:25




Pazar, Mayıs 15, 2016

nasıl öldüm

duydum
ağladım
korktum
ağladım 
sustum
ağladım
kaçtım
ağladım
saklandım
ağladım
yalanladım
ağladım
gördüm
ağladım
dinledim
ağladım
inandım
ağladım
ezildim
ağladım
dışlandım
ağladım
acıdım
ağladım
kızdım 
ağladım
bağırdım
ağladım
bıktım
ağladım
yoruldum
ağladım
durdum
ağladım
dağıldım
ağladım 
bittim
güldüm

öldüm

nisan-016


Perşembe, Nisan 28, 2016

14-16

Eve girdiğimde saat gece yarısına geliyordu, yorgunluk ve heyecanın halihazırda zayıf olan bünyemi iyice sarstığını görmek için aynaya bakmaya ihtiyacım yoktu. Ayakkabılarımı çıkarıp kahve makinesine doğru gittim. Taze kahveyi koklamak bile daha iyi hissetmeme yetiyordu. Düğmeye dokunduğumda, dakikalar içerisinde aradığım dinginliğe ulaşacağımı anlamıştım. Şimdiden daha iyi hissediyordum.

ev dediğimiz şey; yağmurdan, soğuktan, sıcaktan ve diğer her şeyden koruyan dört duvardan mı ibaret? bir nevi eşya deposu yahut uyku kapsülü? insan neye ev der? kendini evinde hisseder mi? bir eve sahip olur mu? peki ya eşyalara? ait olmak ya da sahip olmak insanı neden daha mutlu eder? aslında hepimiz eksik miyiz? bir yapbozun parçaları gibi sahip olduklarımız ve ait olduklarımızla kendimizi tamamlayan hatalı varlıklar mıyız? sevmek ve sevilmek bir gereklilik mi? bir kaktüsün bile ihtiyaç duymadığı ilgiye muhtaç mıyız? bir kaktüs bile olamayacak mıyız?

çok eski olmayan bir zamanda, kendimi bana ait bir odanın içinde yabancı bir şehirde mutsuz ve kimsesiz hissederken; bundan aylar sonra misafir edildiğim bana bile ait olmayan bir odada kabuslarımdan kurtulup huzura dokunabildiğimi görmüştüm. o zamanlar; yer yüzünde, şimdiki zaman ve geçmiş zamanda kendimi en mutlu hissettiğim yer olarak tarif ettiğim odaya sadece birkaç ay sonra tek başıma girdiğimde, her şeyin aynen bıraktığım gibi kaldığını fakat artık odadaki kokuya ve dokuya yabancı olduğumu anlamıştım. fakat beni en çok üzen odaya duyduğum yabancılıktan çok, yatağa tekrar uzandığımda aradığım o huzurlu uyku yerine gözyaşı bulmam olmuştu. şimdi daha iyi anlıyorum ki artık uzak geçmiş gibi görünen fakat, çok da uzak olmayan o zamanlarda yaşadığım bu kaybolmuşluk, gözlerimin açılmasına vesile oldu.

sonraları pek çok eve ve odaya sahip oldum, pek çok yerde misafir edildim. fakat aynı duyguları bir daha hiç yaşamadım. görüyorum ki insanlar ve evler pek çok benzer özelliğe sahip. bir kalpte misafir edildiğinde, ona ait olduğuna inanmak için çok fazla çaba sarf etmene gerek yok. fakat zamanı geldiğinde ve ait olduğun yerden ayrıldığında; bir zaman sonra sana huzurdan çok gözyaşı getireceğini biliyorsun. hatta belki de bu benzerlikten; bir kalpte huzurunu kaybedince, bir daha asla hiçbir kalpte aynı şeyleri hissedemiyorsun.

ö.

1-16

her şeyiyle tanıdığını sandığın insana yabancılaşmaya ne zaman başlıyorsun? yahut kendine yabancılaşmaya? sen kimsin? ben kimim? ne kadarımız olduğunu sandığımız kişi? yoksa bir çemberin etrafında durmadan dönüyor muyuz? kendimize en çok yaklaştığımızı sandığımız an; aslında en uzak olduğumuz an mı oluyor? Neredeyim, ben kimim? Adım ne, kaç yaşındayım? Ne hissediyorum, ne istiyorum. Ben ne yapıyorum?
Gece dayanılmaz bir hal aldı, yazı masamdan kalktığımda günün ilk ışıkları pencereye vurmaya başlamıştı. O masada ne kadar oturdum hatırlamıyorum. Sanırım yıllar sonra bu odayı ilk defa tekrar gören gözlerle süzüyorum.

doğup büyüdüğün ve her zaman oraya ait olduğuna inandığın evde artık bir misafir olduğunu bilmek canını yakıyor. ilk adımından, ilk kahkahana; ilk acından, ilk öpücüğüne dek tüm anılarının duvarlardan uzanıp seni sarmaladığı o günlerden sonra bir anda tüm bu anılarının seslerini bir yabancı gibi uzaktan duyacağını ve onlara artık dokunamayacağını görmek insanı adını koyamadığım duygulara sevk ediyor. özlem ya da acı gibi bir şey değil bu. bilmiyorum, olduğun ve hep olacağına inandığın insan olmadığını görmek sanırım. bunun özel bir adı var mı?

en dayanılmaz acılarımı yaşadığım bu evden ayrılışımı bir zafer olarak görmüştüm. evet, bir daha canımı hiçbir şey bu odada yaşadıklarım kadar yakmadı. fakat şimdi şaşkınlıkla görüyorum ki, acılarımı unutmaya çalışmak ve geçmişimden kaçmak beni olmaktan korktuğum insana dönüştürüyor. artık canım yanmıyor, en son ne zaman ağladığımı hatırlamıyorum. en son ne zaman sevildiğimi, gerçekten ne zaman güldüğümü, huzurlu ve tam hissettiğimi. hissedebildiğim tek şey kocaman bir boşluk. üstelik rahatsız edici de değil, aksine son derece tatmin edici bir boşluk hissi bu. yalnız duygularını uçlarda yaşayan insanların anlayabileceği şekilde şaşırtıcı ve doyurucu.

 andan uzaklaşıp baktığımda gördüğüm şu; ''her şey olması gerektiği gibi'' evet belki de hayatımda ilk defa her şey olması gerektiği gibi. babam, annem, kardeşim. bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar güvenilir dost ve yanında kendim olmaktan çekinmeyeceğim arkadaşlar. belki bir de ufak bir kalp çarpıntısı. bir insan hayatta daha ne kadar nankör olabilir?

çay-kahve edebiyatı yapmayacağım elbet. fakat kahvenin yanına sardığım sigaramla, yüreğim sıkılmadan kaç öğleden sonra geçirebildim ki hayatımda? yakalamaya çalışmayı bırakıp bir yerde durduğunda ve beklediğinde hayatın sana sunduğu güzellikleri şaşkınlıkla görmeye başlıyorsun. ne garip, onca zaman sahip olduğum ama hiçbir zaman ait olamadığım hayattan vazgeçtiğimde; o son çizgiyi de aşıp her zaman olmaktan korktuğum insanın gözleriyle bakmaya başladığımda, bu hayatın odağında, bu hayatın odağında olduğumu fark ettim. kız çocukları annelerinin kaderini yaşarmış, belki de olan bu. en başından beri kaçmaya çalışmam, beni bataklığın derinliğine sürükleyen asıl sebepti.

 ö.




Cumartesi, Ocak 16, 2016

nergis

dışarıda köpek sesleri, dışarıda kızgın şoförlerin bağırışları, dışarıda hiç bitmeyen kaos; içimde ziller çalıyor, bir çocuk ağlıyor, bir kadın çığlık atıyor. içimde kan, kaos, kırmızı. içimde hiç dinmeyen bir acı, kabuk bağlamayan bir yara. içimde ellerinden sızan ölüm. içimde kırmızı; ne kırmızı bir sevda bu ölüm. ne öfkeli ne sesli bir sevda. içimdeki çığlıklardan yüksek değil sokaktaki sesler; içimdeki kaostan korkunç değil tüm o öfkeli yüzler. baktıkça soluyor öfke. baktıkça siliniyor öfkeli yüzler. seni görüyorum, bir kadının ellerinden tutmuş yürüyorsun, gözlerinde tüm anlara ait bir mutluluk. geçmiş ve gelecek orada gözlerinde, anlıyorum ki mutlusun. bir rüzgar esiyor ve karışıyor kokun önce kış dallarına ardından dudaklarımdan ciğerlerime. bir kedi geçiyor önümden, ben gülüyorum. bazen ölüyorum, ama seni hep bir fotoğraf karesine sığdırıyorum. yüzün yana dönük, ışık oldukça sönük. yüzünde bir gülümseme, gözlerinde o kadına ait geçmişin ve geleceğin. seni o ana sıkıştırıyorum. seni sıradan bir günün, sıradan bir saatinin -ama en çok çarşamba sabaha karşı beşe on kala- içinde, renkli bir fotoğraf karesinin içine sıkıştırıp; anılarla dolu bir kutunun en altında unutuyorum.

irkilerek uyanıyorum, sabahın soğumuş yüzüyle buz kesmiş ellerime bakıyorum. ellerimin yanında ellerini görüyorum, bir çocuk gibi uyuyor. rüya diyorum, rüyalarımda benimsin. onu bana sevdiren mırıltısıyla savaşıyor düşlerinde; üzerini örtüyorum, saçlarına dokunuyorum uyandırmaktan korkarcasına. yüzümü göğsüne yaklaştırıyorum, nabzı her zamankinden hızlı; korktuğunu düşünüyorum. düşlerindeki korkunç canavarları uzak tutacak bir ninni fısıldıyorum göz kapaklarına, belki hafifleyen uykusundan belki de ninninin koruyucu meleklerinden; sakinleşiyor, çoktandır sıktığı yumruklarını serbest bırakıyor. yatağın boşluğuna uzattığı kolunu boynumda onun için oyulmuş noktasına yerleştiriyorum. ne çok yakın ne çok uzak. nefesini dinleyerek gözlerimi kapatıyorum içimde bir ses; ''silinip gitmiş bir gece, yaşamımdaki binlerce geceden biri.'' onu uyandırmaktan korkarcasına hareketsiz kalıyorum bir süre, nefesim, nefesine uyuyor. bir yapbozun parçaları gibiyiz diyorum içimden, ben seninle; sen onunla tam oluyorsun. oysa ''...insan iki kişidir/daha kalabalık değildir/biri olmaktan...'' farkındalığın acısı bir anda nüfuz ediyor hücrelerime, acıdan gözlerim doluyor. buna daha fazla dayanamayacağımı biliyorum. onu bir yapmak için kendimi bozdurdukça parça parça; o tamamlandığında benden geriye bir şey kalmayacağını idrak ediyorum. usulca kalkıyorum yataktan, soğuk taşlara değiyor yalın ayak tenim. hiçbir şey söylemeden, geriye dönüp bakmadan yahut bir not bırakmadan çıkıyorum evden. nereye gittiğimi bilmeden yürüyorum. attığım her adımın beni ondan bir asır uzaklaştırdığını hissediyorum. sokak lambaları hala yanıyor, deniz akşamdan kalma. sokak aralarında köpekler havlıyor. kuşlar henüz rüyalarda. içimden şiirler geçiyor. balkonlu şiirler. asma balkonlu şiirler, aşklar gibi, asma balkonlu aşklar. ufak sarsıntılara dayanmıyorlar yıkılıyorlar. şiirler değil de aşklar, zaten hep aşklar yıkılıyor ardında sadece şiirler kalıyor. ''aşktan yeni çıkmış bir intihar annesizdir/herkes birbirinden kaçar, konuk gidilir/ve balkon kimseyi almaz olur güzelliğine/.../çünkü anılarda ölmeyecek kadar eskidir/güz balkonlarından bir düşün içgeçirmesi'' sanırım bir de mevsimler kalıyor. 

daha fazla yürüyemeyeceğimi hissettiğimde ayaklarımı denize uzatıp oturuyorum, onu ve ona  ''hastalıkta, sağlıkta'' yeminini unutturan kadını düşünüyorum. diğer kadın olmak diyorum, kim bilir ne zordur. ben hiç ''ikinci'' olmadım. hoş tek kadın olmayı da beceremedim. katiline aşık bir kurban gibi o kadını düşünüyorum. uzun parlak saçları beliriyor önce gözlerimin önünde, yaz akşamlarında balkonda oturup şarabına eşlik eden şarkılar söylediğini, belki gözlerini kısıp uzaklara baktığını. belki, bazen sigara yaktığını; ama asla sigarasını unutacak kadar dalgın olmadığını hayal ediyorum. gözümde her mevsim elbise giyen, her sabah kahvaltı hazırlayan kadınlar canlanıyor. imreniyorum. sonra kendime kızıp, yüzümü siliyorum. ne anlamı var ki diyorum, ben tek mevsime sıkışmış bir kadınken hayatında, onun dört mevsim oluşunun artık ne anlamı var. sonbaharı sevmeyen adamlar diyorum, hep onlar bulur beni. hep bu son baharlarda terk edilirim. belki bu yüzden kışlarda hiç ısınmaz ellerim. o an karar veriyorum, direnmenin ne anlamı var. 

bir bahar gecesi belime değen ellerini unutuyorum, bir yaz günü karşılaşıp bakışmadan geçtiğimiz o sokağı, bir kış gecesi o beni henüz hiç tanımazken karşılıklı oturduğumuz masayı, on yedi yaşımı, ilk aşkımı, ilk başkaldırışımı, ilk kadın oluşumu. onunla geçirdiğim ilk 20 yılımı gözlerindeki mahmur bakışları dudağının kenarında hiç eksik olmayan çapkın gülüşü ve sonra aynı anda uzandığımız o cam bardağı... o an fonda çalan şarkıyı geride bırakıp; hiçbir şey olmamış gibi denize uzattığım ayaklarımı serbest bırakıyorum, kendimi boşluğa bırakıyorum. bazen, ölüyorum ''...özlendiği odalarda açmayan nergis/ateşi mırıldanıyor kovulduğu bahçede...''

dışarıda köpek sesleri, dışarıda kızgın şoförlerin bağırışları, dışarıda hiç bitmeyen kaos; içimde ziller çalıyor, bir çocuk ağlıyor, bir kadın çığlık atıyor. içimde kan, kaos, kırmızı. içimde hiç dinmeyen bir acı, kabuk bağlamayan bir yara. içimde ellerinden sızan ölüm. içimde kırmızı; ne kırmızı bir sevda bu ölüm. ne öfkeli ne sesli bir sevda. içimdeki çığlıklardan yüksek değil sokaktaki sesler; içimdeki kaostan korkunç değil tüm o öfkeli yüzler. baktıkça soluyor öfke. baktıkça siliniyor öfkeli yüzler. seni görüyorum, bir kadının ellerinden tutmuş yürüyorsun, gözlerinde tüm anlara ait bir mutluluk. geçmiş ve gelecek orada gözlerinde, anlıyorum ki mutlusun. bir rüzgar esiyor ve karışıyor kokun önce kış dallarına ardından dudaklarımdan ciğerlerime. bir kedi geçiyor önümden, ben gülüyorum. bazen ölüyorum, ama seni hep bir fotoğraf karesine sığdırıyorum. yüzün yana dönük, ışık oldukça sönük. yüzünde bir gülümseme, gözlerinde o kadına ait geçmişin ve geleceğin. seni o ana sıkıştırıyorum. seni sıradan bir günün, sıradan bir saatinin -ama en çok çarşamba sabaha karşı beşe on kala- içinde, renkli bir fotoğraf karesinin içine sıkıştırıp; anılarla dolu bir kutunun en altında unutuyorum. sular değiyor tenime, soğuk ve mavi sular. ciğerlerime sular dolarken, her çırpınışta sana uzanıyor ellerim. senin, ellerin dolu, benim ciğerlerim. bazen bazı şeyler bitiyor, bazen gözlerim kapanıyor.bazen, ölüyorum. ne kırmızı bir deniz bu ne kırmızı bir sevda.

ö.ö.