Salı, Aralık 22, 2015

51022122

hangi gülüş bastırır, yüreğimde hiç bitmeyen şu acıları, hangi lunaparkta döner başladığı yerde bitmeyen şu dönme dolap. hangi yağmur doyurur kurumuş göz pınarlarını. hangi yol çıkmaz sona. hangi hata dönülmez başa. bu pis kan benim mi ellerimde, cesedim mi şimdi o tek ışıklı boş odada uzanmakta? gitmek mi şimdi ellerden ellere yoksa kalmak mı bir nehrin sularının altında bir başına. korku mu bu yalnızlığın sesi, yoksa vicdan mı boş koridorda adım adım yaklaşan ölüm sesi. şimdi ölmek mi kolay, vermek mi aldığın nefesi. hangi günün baharı çözecek bu içimde buz kesmiş nefesi. kaç ölümün gözyaşı yıkar, bendeki bu nefreti, günahı? kaç adım kaldı yine dönmeye, toprağa toza. ardından sormaya tanrıya ben miydim bugün açan elini sana?ö.ö.

Cumartesi, Kasım 14, 2015

15201114

aklıma geldin sevgilim, otur biraz soluklan. uzun yol aşmış olmalısın. aramıza kırmızı gelinciklerden açtığın uçurum artık aşılması imkansız bir ayrılık barındırıyor sanıyordum. oysa şimdi görüyorum ki yanılgının maviliğine kapılmış bir yeni yetme sanıyormuşum seni. hala aklıma gelebiliyorsan sağ sağlim, dolambaçlı ve tuzaklı yolllardan geçip; gelincikleri bir kar günü yaşatmak dışında hiçbir şey imkansız değildir. geçen zamana ve tepetaklak dönmüş hülyalara selam olsun. çay koydum yeni, içmez miydin?  

ö.ö.

Salı, Ekim 20, 2015

bahar temizliğinden hallice

gün batıyor, gecenin sessiz yalnızlığının uzattığı ele dokunuyorum. sigara kokusu sinmiş parmaklarımdan başlıyor öpmeye, kırık saç uçlarımdan eğri büğrü parmaklarıma dek şefkatle okşuyor tenimi. bir sigara sarıyorum içine tütüne karışmış ve kurumuş duygularımdan katarak, kül olup eteğime düşene dek çekiyorum hüznü. aralık kalmış pencereden içeri giriyor sokağın ve şehrin pis kokulu kaosu. hikayesinin kıvrılmış yaprağından öpüyorum, dudağımda toz ellerimde hiç bitmeyen resimlerden kalma renkler.

tam şair olacağım; tezgahtan tencereler sesleniyor, tava beni yıka diyor. kulaklarımı tıkıyorum, duymazdan gelmeye çalışıyorum, bakışlarımı kaçırıyorum uzaklara. tabaklar ağlıyor, en büyüğü pisiz diyor, susun diyorum, yalvarıyorum. çatallar durmuyor cennetten  bir bulaşık süngeri düşüyor ellerime kalkıp ocak siliyorum, çamaşır asıyorum. ayşe teyze edasıyla çamaşırlarım şimdi daha beyaz diyorum, bu konuda uzmanlaşmış görüyorum kendimi.

bazen de gözlerimi kaçırıp uzaklara dalıyım diyorum, duymazdan gelmeye devam edeyim... aralık kalmış camı örten toz tabakasıyla buluşuyor gözlerim, altın gününden remziye teyze edasıyla yakalıyor beni kınayan bakışları; cık cık sesleri kulaklarımda yankılanıyor, kapı kolu kazağımdan yakalayıp yere düşürüyor beni, yüzümü kapatıyorum ellerimle ağlıyorum, sonra gözlerimi aralıyorum, yerde kek kırıntıları...

tam aşık olacağım; bi gülme geliyor. diyorum kızım git bulaşıklar bekler,,. senin harcın mı sevmek. klorak basıyorum kalbime, mis gibi tertemiz.

biraz kokuyo, ama olsun,

ö.ö.

Pazar, Ağustos 30, 2015

-2.15


Ev dediğinizde gözünüzün önünde canlanan yer neresi? Benim ailem taşınan ailelerden biri olmadı hiçbir zaman. 20 yıl önce bir haziran sabahı kundağa sarılı halde getirildiğim meyve ve çam ağaçlarıyla dolu küçük sokağın sağ tarafındaki 3 katlı binanın en üst katı, o zamanlar hiç farkında olmasam da yaklaşık 70 senelik hayatım boyunca ev olarak bileceğim tek yer olacaktı. İlk aşkım, ilk kahramanım, ilk öpücüğüm, ilk şiirim, ilk aşk acım, ölümle ilk tanışmam... Tüm bu duyguları işte bu kirli beyaz badanalı üç katlı binanın en üst katındaki dört odalı evde tattım. Evet, bana ev olarak tanıtılan ilk yer burası olabilir ancak ilk evim kesinlikle bahsettiğim yer değildir. 

Yıllardır her açılışında acılı bir ses çıkaran ve hiçbir zaman tam yerine oturmayan paslı gri bahçe kapısının bu hali pek tabii eskiliğinden kaynaklı olarak görülebilir. Ancak gerçek şu ki; kapıyı sakat bırakan 1995 yılının baharında beklediğinden üç ay önce sancıları tutan annemi, gece yarısı alelacele hastaneye götürmeye çalışan babamdan başkası değildi. Uyku mahmurluğuna karışmış heyecandan dolayı arabayı çalıştırırken ileri değil geriye giderek bahçe kapısına çarpmıştı. Ancak o gece orada olan hiç kimse şu an bunu hatırlamayacaktır. Çünkü o gece orada dikkat edilmesi gereken çok daha önemli konular vardı. Zaten sonrasında ne olduysa, o gece bahçe kapısı yamulan tek odalı badanasız evdeki dört kişinin düşünecek çok daha önemli konularının olmasından dolayı yaşanacaktı. Ne yazıktır ki, tüm bu olanların tek tanığı da o gece sakat kalmış bahçe kapısıydı. Ki 20 yıldır her açılışında çıkardığı acılı ses de, anlatmak istediklerini kelimelere dökemeyen hasta bir adamın sessiz iniltisinden başka bir şey değildi. 

***

-1.15

Yalnız, saf çocukluk yahut ilk gençlik yıllarını bir arada geçirmiş; farklı dönemlerde aynı romanın aynı satırlarında kendilerini bulmuş iki insanın sırdaşlığı vardı aralarında. İkisi de, geçmişi omuzlarında taşıyan insanlara özgü bir alışkanlıkla bakıyordu hayata. Bu yüzden birbirlerini hiç tanımamalarına rağmen, sanki yılların dostluğuyla bir masada oturuyormuş gibi hissediyorlardı. İki tarafın da canını sıkan uzun gergin sessizlikler yoktu. Suskunluk bir anlaşma yöntemiydi. İkisinin de unutmaya çalıştığı bir adam/kadın vardı ve birbirlerine farkında olmadan onları hatırlatıyorlardı. Aralarındaki tek sorun, genç kadın onunla huzur bulurken, genç adamın henüz "onu" hatırlamaya cesareti olmayışıydı. Zaten sonrasında ne yaşanacaksa bu ayrılıktan dolayı yaşanacaktı. Hikaye denize kıyısı olan ancak iyotu eksik bir şehirde, nisan ayının son pazar gecesi başlıyor.

***

0851

Yağmurla yıkanmış bir gecenin mavi sabahına uyanmak seninle
Havada henüz taze toprak kokusu
Deniz hırçınlığını kıyıda bırakmış yorgun bir çocuk 
Hafiften poyraz açıyor yüzünü, dallarda bir sonbahar şarkısı
Tanrı tarafından yalnız saatlere saklanmış bir hediye bu sabahlar
Seninle izlemek bu cenneti dağılmış saçlar ve yanağımda yastık izi;
Göz pınarlarında kumlar ve o sevdiğim masum çocuk bakışınla
Öyle çok fazla şeye ihtiyacım yok mutluluk için
Huzurlu bir günaydın, yağmur sonrası gün doğumu
Egede bir kıyı kasabasında seni öpmemden hemen önce
Tenime değen iyot kokusu. Sen, ben.

ö.ö.

51020803

Peki hayatın bana güzel olmamasının hesabını kim verecekti? Bu sıcak havaların ve yatakta artık dönecek soğuk yerin kalmaması kimin suçuydu? Peki ya adamlar? Her yerde karşıma çıkan ve karşılaşmamız çok geç oldu diyen adamlar, artık kadınlara güvenmediğini söyleyen adamlar. Aşık olduğum adamlar. Bana yalanlar söyleyen adamlar. En güzel yaşlarımın yalanlarla dolu arka sokaklarında ölüşümün hesabını bana bu adamlar verecek miydi? Şimdi yitirdiğim neşemin yerini alan kaşlarımın kenarında belirmiş o kırgın kırışıklığı 20 yaşımın tazeliğine kim açıklayacaktı? Ama ben tüm öfkeme rağmen, tüm küskünlüğüme rağmen hala sevmek istiyorken; hala güvenmek istiyorken ve gözyaşıma yaslanacak bir nehir arıyorken, nerede hata yapıyordum da tüm o "birbirine benzeyen yalancı" adamlara dönüyordum yüzümü. Sonrası, yine kendine kalmalar bu hayatta, en zoru da;  yalnız kalamayan kadınlar.

ö.ö.

Cuma, Mayıs 22, 2015

05225102

Eylülün mü yağmuru bu, saat güneşe gelirken ve şimdi huzursuzluğumun bir garip uzantısı sanırım gözkapaklarım şekerlenirken uzakta bir kümesten değen sesler. ve tabii sokak lambası mıyım ben bu terkedilmiş lunaparkın sabaha karşı sönen. Haliyle terim soğumuş kabuslardan sonra vardığım bir mezarlık yalnızlığı seninle yanyanayken kefen örtülü yatağın. Morg mu bu kalbin yeri çünkü unutulmuş yarım tencereler doldurmuş dolapları, bir saksı çiçeği mi gözlerim ki sulanıyor düzenli aralıklarla. Soğuk yerken her yemeği, sevmediğim halde belki yalancıyım senden hallice. Eriyen mumun bile ağırlığı varken, kara duman mıydı karakterin bu poyraz estikçe dağılan?

ö.ö.

Salı, Ocak 27, 2015

hoşçakal

oradaydım. birkaç sokak lambasının soluk sarı ışıklarıyla aydınlattığı ıssız yolda sırılsıklam ve tek başıma. nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi bilmeden yalnızca uzaklaşma arzusuyla yürüyordum. karşımda görünen nereye ve kimlere ait olduğunu bilmediğim yanıp kaybolan ışıkları düşünüyordum, ışıkların hemen ardında bir bataklık kadar koyu, suskun denizi. denize kadar koşmak istedim, tüm o yolları, sokakları, evleri geçip; kedilerin insanların ve çöp kutularının seslerinden sıyrılıp denize koşmak. bir insan daha ne kadar ölebilir? parsellere bölünmüş sahipli gökyüzünün, aç bir canavar gibi insanları yutan toprak dediğimiz bu mezarlığın, ruhlarını üç beş kuruşa pazarlamış kahrolasıca insanların arasında daha ne kadar ölebilirim?

tanrım ölmelerin sonu hiç yok mu? yüreğimi paramparça eden bu acıları toplayıp bit pazarında üç kuruşa satmak istiyorum. kar tanesi kadar hafif sorunları öldüren acılar sanan insanları tek tek kollarından tutup sarsmak yüzlerine birer tokat atmak istiyorum. bana öğütler veren, yeter kendine gel diyen insanları dipsiz bir uçuruma yuvarlayıp üzerine bir sigara yakmak sonra ölmeye yatmak...

ölüyorum sesimi duyuyor musun, bu dev mezarlığa karışıp kaybolacağım. ardımda üç-beş yarım kalmış şiir, bir roman, birkaç kırık kadeh bırakacağım.

kimseyi acıtmadım, yemin ederim. en çok kaktüsleri sonra kedileri sevdim. kedim öldü, tanrım neden onun ölmesi gerekti? tozlu rafların arasında, artık okunmayan bir kitabın yırtık sayfasında unutulmuş fotoğraflar gibiyim. belki birkaç satırlık yerler edindim, iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az insanın romanında. bir figüran oldum şu hayatta, hastanede ağlayan bir bebek, kaldırım taşına tek başına çiçekler çizen bir çocuk, hamakta sallanıp aşk hayalleri kuran bir genç kız, sayamayacağı kadar çok mezar taşının başında siyahlar içinde ağlayan bir kadın. hayatın bana sunduğu buydu ve ben sesimi hiç çıkaramadım. evet defalarca isyan ettim, bir iki adam sesimi duyup aralıklarla beni dinledi, hepsine aşık oldum. tanrım şu hayatta en çok aşık olmayı sevdim. sonra gittiler ve ben bölük pörçük aşklarımla yapayalnız; beni dinleyecek başka adamlar aradım, öyle çok yoktular ki inanamadım.

defalarca kırdım kendimi, defalarca öldürdüm. küveti bile olmayan beyaz ışıklı banyolarda öldürdüm kendimi, kaç defa cesedimi buldular. içimde otuz altı yerinden bıçakladım acımasız insanları, ama ne beni terk eden adamlara kızabildim ne sokakta elindeki şişeyi yere atan kadınlara. yanımdan geçip giderken kornaya basan arabalara küfredemedim, bana vuran, itip kakan adamlara karşılık veremedim. hayatın karşısında dik durup yeter diyemedim. içimde öldürdüm, içimde bağırdım. gece sesler sustuğunda defalarca kavga ettim hayallerimde. avazım çıktığı kadar yeter dedim, yüzümü gömdüğüm ıslak yastığa.

ne zaman bu kadar zayıf oldum ne zaman bu kadar çürüdü kalbim. hastalıklı ve mutsuz o evde, o odada, çocukluğumu bıraktığım sokaklarda da böyle miydim? bir hastanenin kötü kokan odasında kendimi bilmeden yarı baygın elini tuttuğum kardeşim ölmeden de böyle miydim? babamın, abimin, kardeşimin ve sevdiğim adamın üzerine o bir avuç toprağı atarken; gözümden bir kez olsun bir damla yaş akmamasının sebebi bu muydu?

hep hasta mıydım, hep yalnız mıydım? sen kollarımda ölmeden önce, son sözün seni sevmedim olmadan önce ben yine böyle miydim. ardından yalanlar uydururken; tanımadığım insanların hikayesini sahiplenip katlanabilmek için tüm bu olanlara karşıma çıkan insanlara hikayeler anlatmadan önce de böyle pis kokuyor muydu sözlerim?

uzakta görünen o ışıklar yok artık, yol bitti. yanımda gecenin karanlığında dev canavarlara dönüşmüş gibi görünen ağaçlar var, oturduğum toprak ıslak, üzerime yağmurlar yağıyor. üşümüyorum. zamanım yok, şimdiki zaman değil bu, yarın da değil. tek bildiğim geçmiş ve ben o saramış fotoğraf albümüne hapsoldum. beni sarsıp bırakmamı unutmamı söyleyen herkesten tekrar nefret ediyorum. ben böyle olmayı ister miydim? yapabilsem yapmaz mıydım? kolay mı sanıyorlardı, beni anlamıyorlar mıydı, yoksa ben mi çocukluk ediyordum. nereden bilebilirim ben doğruyu yanlışı. kaç yıl yaşadım ki zaten kaç insan tanıdım. sözlerimde mantık arayanlar sadece aptallardı, benim tek bildiğim doğru, hissettiklerimdi.

şimdi yapabildiğim tek şey görmediğim uzaklara bakıp, tanımadığım adamların şiirlerini okuyup, birbirinden güzel kadınların söylediği hafif acıklı şarkıları dinlemek ve geçmişi düşünmek. kaç insan öldürdüm hiç acımadan, hiç pişman olmadan. defalarca kaçtım hayatımdan, gidecek hiçbir yerim yok yine, çaldığım tüm kapılar yüzüme kapanmışken ve artık seni istemiyoruzları duymaktan bıkmışken şu aç canavarın kollarına bırakıp kendimi bu dev mezarlıkta kendime boş bir yatak aramaktan başka yapabileceğim ne var?

bu son mektubum, yarın hiç olmayacak ve ben bir daha hiç ağlamayacağım. sözler ve mektuplar hep sonrası için yazılır biliyorum. insanlar ölürken bile gözler hep beni kurtar diye bağırır bunu da biliyorum. belki bu bir imdat çığlığıydı. belki son şarkı. ben de isterdim mutlu bir hayat, belki kavgalar ve çocuklar. olmadı bu hayatı sevemedim, başaramadım. bu benim zayıflığımdı. kimseyi affedemedim. yine de kızmadım.

insanları ve hayatı bunca severken, en çok karı ve yağmuru; bir anda bırakıp gidiyor olduğunu bilmek garip. bu gün ekmek almadım, sigara sarmadım, müzik dinlemedim, kahvemi bitirmedim. her şeyi yarım bırakıp giderim zaten. bunu da öyle yapacağım. sevmelerimi ve acılarımı yarım bırakıp bir elveda bile demeden çekip gideceğim. Vedalardan nefret ederim, hoşçakal demeyeceğim yine de hoş kalın.

keşke denize gidebilseydim, özlenmiş bir sevgilinin kollarına koşar gibi kendimi bırakıp sularına zevkinde boğulabilseydim. olmadı. ardımda özlenecek hiçbir şey kalmadı, bu yüzden beni derin hatırlayın. dilediğim gibi gözyaşlarında kaybolmuş ve bir denizin derinliklerine hapsolmuş bir kadın olarak.

ö.ö.


27.01.2015