Salı, Ekim 25, 2011

Yap-Boz

Henüz küçücük bir kız çocuğuyken en sevdiğim şeydi renkli yapbozlarımla oynamak. Her bir parçayı özenle yerleştirirdim yerine. Sanki dünyanın kaderi ellerimdeki bu küçük parçacıklardaymışçasına heyecanlı, azıcık tereddütlü…

Bazı parçaları süslü ve renkli olurdu yapbozlarımın. Diğerlerinden farklı olduğunu, hatta belki de yanlışlıkla orada olduğunu düşünebilirdiniz. Fazla renkli, süslü, biraz gösterişli… İlk bakışta, onların bambaşka bir resmi vardır sanki, daha özel ve daha büyüklerin oynaması gereken. Oysa aynı resmi tamamlayan parçalardı bunlar. Tek başlarına hiçbir anlamları olmayan.Yalnız ve işe yaramaz parçalar. Bir aradayken böylesi bir bütünlüğü sağlayan o parçaların tek başlarına anlamsız olmaları, ne kadar da gülünç değil mi.

Peki ya şu eski yıpranmış parçalara ne demeli? Süslü ve gösterişli olan diğer parçalara inat olabildiğince sade. Kimse onların bu resimde bir yerleri olduğuna inanmak istemez. Çünkü onlar yıpranmıştır. Ne şu süslü parçalar kadar göz alıcı ve güzel ne de diğer parçalar kadar birbirine benzerdirler. Köşeleri yer yer yıpranmış, renkleri solmuş. Belki bir süre önce kaybolmuş ve odanın bir köşesinde toz yumakları arasında hatırlanmayı beklenmişlerdir. Bir gün tesadüf eseri bulunup diğerlerinin yanlarına konulmuştur belki de, kim bilebilir ki.

Bu yüzden onları kim suçlayabilir? Diğerlerine benzemediği, farklı olduğu için? Yoksa onları unuttuğumuz için yıpranan bu parçaları diğerlerinin yanına koymak istemeyen biz miyiz tek şuçlu? Onların farklı bir resmi yok, aynı şu süslü parçalar gibi. Tek başlarına anlamasız ve resmin tamamıyla şaka yapar gibi uyumlular.

Parçaları kaybolmuş bir yapboz gibi insanlık. Kimileri dışlanmış, kimileriyse kendisini soyutlamış.

Yitirilen her parça için damla damla öz yağıyor insanlığın gönlüne. Gökler ağlıyor insanlığa ve tanrılar kaybolan her parça için bir adım daha uzaklaşıyor gönüllerden. Yoksa uzaklaşan tanrılar değil de gönüller mi? Emin değilim…

Uzaklaşıp yitirilen parçalarıyla bakıyorum insanlığın tablosuna. Gri ve siyahlarla bezeli bir toz bulutu var sanki. Farklı parçaları dışarı çıkardığında geriye kalan tek şey koca bir hiçlik belki de. Karanlık bir boşluk bilinmezlik. Ve mutsuzluk…

Oysa güzeldir ya yapbozlar, güzeldir ya tüm çocukların kalbi… Küçücük bir kız çocuğuyken en sevdiğim şeydi renkli yapbozlarımla oynamak. Her bir parçayı özenle yerleştirirdim yerine. Sanki dünyanın kaderi ellerimdeki bu küçük parçacıklardaymışçasına heyecanlı, azıcık tereddütlü…

ö.ö.

Pazartesi, Ekim 24, 2011

İnsanlık, hepimizin

Varlığımızın, insaniyetimizin, sebebimizin. Var oluş ve yaşama amacımızın, farkında mıyız gerçekten?
Hayatınızdaki en önemli şey nedir? Refah içinde bir hayat sürmek, işinde yükselmek, çocuklarına iyi istikbal sağlamak? En kaliteli şaraplardan tadıp, dünyayı görmek? Yoksa adını duyurabileceğin işlere imza atmak ve ''marka olmak'' mı? Söyler misiniz ''insan'' olmanızın sebebinin farkında mısınız? Bir insana; insan olmasının öğütlenmesi, ne acı...

Gün doğumunda gökyüzünün aldığı renkleri biliyor musunuz? Gün doğarken, yaşayabiliyor musunuz? Turuncunun, sarının ve yeşilin; en parlak, en sade, en güzel, en pastel tonları nerede hiç merak ettiniz mi? Sabah işe yetişmek için aceleyle koşarken, üzerine bastığınız karıncanın ne yapmak üzere yol aldığından haberiniz var mı?

''Yaşıyorum'' derken; yaşamaktan anladığınız şey ne? Sadece merak ediyorum; insanca yaşamanın mümkün olduğu bi'yer var mı bildiğiniz?

Nefes alıp vermelerden ibaret değildir yaşam. Yaşam bir resimdir, bir şiir, bir fotoğraf karesi. Yaşam denen; bir insanlık sınavıdır. Hayatın tatlarını algılayarak yürüyebilme mücadelesidir bu yolda. Kolkola, insanla, insanlıkla. Acımasız ve katı değildir hiç bir zaman hayat; aksine size fırsatlar sunar, ''iyi'' olabilmeniz için. Kendinizi iyi hissedebilmeniz, gerçekten bir şeyler yapabilmeniz ve en önemlisi ''yaşayabilmeniz'', gerçekten var olabilmeniz için. Her acı, her yıkım; bir doğuşun bir birlikteliğin sebebi için fırsattır. Önümüzdeki fırsatları, onlar orada değillermiş gibi yok sayıyoruz, yazık.

Yazık ki; insanların birbirlerine ve en başta kendilerine yabancılaştığı toplumlardan bahsediyoruz. Evet evet 21. yüzyıldır bahsettiğim, uzaklarda aramayın. Farkındalığa yabancı, insanlığa, kendilerine uzak toplumlar. Hayatın, günün, güneşin, yaprakların üzerindeki çiyin farkındalığından mahrum, insanlık... Acıların bizleri bir araya getirmesi beklenirken, kulaklara dolan tek şey; birbirini suçlayan, öfkeli, ve yıkımlara''oh olsun'' diyen-diyebilen sesler! Ne acı, öyle görünüyor ki; insaniyet sınavından yeterli not alamayacağız.

''Böyle zamanlar, insaniyetin turnusol kağıdı gibidir.'' demiş, Levent Üzümcü. Sanırım insaniyetimiz; gece kadar karanlık... Katran karası yer gök, katran karası gözler... Acımasız, demirden yürekler...

Ancak gecenin en karanlık anı, güneşin doğmaya en yakın olduğu zaman değil midir her zaman?

Neden güneş olmuyorsunuz?
Neden güneş olmayasınız?
Neden susuyor, neden susturuluşa göz yumuyorsunuz?

İnsan olma şansımız hala elimizdeyken, bu kaçışlar niye? Ah, sakın söylemeyin! Yoksa yine ''süpermen''leri mi bekleyeceksiniz...

İnsanlık, hepimizin

ö.ö.

Cumartesi, Ekim 22, 2011

Kötü Kalpli Kahverengi Cadı

Sevdiğiniz birini kaybettiğinizde, ilk hissettiğiniz ne olur? Üzüntü, keder? Yoksa keşkelerle dolu bir pişmanlık mı?
Henüz hayatının, sadece ilk 16 yılını yaşamış bir ‘çocuk’ böylesi boyundan büyük lafları nasıl edebiliyor diye düşünebilirsiniz –Eğer öyleyse; bu yazıyı okumayı hemen şu an bırakın.- ama sizi temin ederim 16 yıl kaybetmeyi bilen bir çocuk için yeterince uzun bir zaman.
Pek çok sevdiğimi kaybetmiş olabilirim, pek çok kez onu bir daha göremeyeceğim gerçeği içimde yumru gibi büyümüş olabilir. Ancak hiç biri ilki kadar ani, acı ve bir o kadar gerçeğe uzak değildi. Çünkü ölüm; beni ve sevdiğim insanları asla bulmazdı. Bir yanlışlık olmalıydı mutlaka. Ben ki defalarca ölümün kapısını çalmış ve ölümle dalga geçer gibi kaçıp saklanmıştım. Bu kadar basit olamazdı. Yine de, olmuştu işte. Gerçek bir palyaço gibi salıncağına oturmuş, odanın ortasında havada asılı duruyordu. Elimi uzatsam gerçeği tutabilir ve durdurabilirdim, yani öylesine katıydı gerçek. Ama hiçbir şey yapmadım.
İlk hissettiğim şey, derin bir öfke oldu. Öyle ki gözlerimin içlerini ve tırnaklarımın kenarlarını kavurdu. Bir kor gibi kanımda, damarlarımda dolaştı öfke. Birilerini tekmelemek, birkaç tabak kırmak, ve bir şeyleri kanatmak istedim. Yine de hiçbir şey yapmadım. Tek yaptığım o gri dumana bakmak ve onu tutmak oldu. Duman katılaştı, birikti ve parmaklarımın arasına doldu. Tırnaklarım kanayana dek sıktım onu. Yok etmek istedim. Acımasızca ve hiçbir şey hissetmeden. O gri dumanı yok etmek istedim.
Sonra durdum ve sustum. Çünkü küstüm. Bırakıp gideceğini bile bile neden onu sevmeme izin vermişti sanki? Neden dizine yatırıp saçlarımı okşamış ve neden bana masallar anlatmıştı. Sayı saymayı bile ondan öğrenmiştim ki o gün tüm sayıları unutmak istedim. Başarmış sayılırım; bir kaçı eksildi tabii. Geriye; 2-7-8-9 ve 3 kaldı. Anlamsız sayılar. Onlardan da nefret ettim beni bırakıp giden sevdiğimden de. Bana bunu nasıl yapardı bu haksızlıktı. Zamanla insanlardan nefret ettim. Evime gelip çok üzüldüğünü geveleyen ve başımı çevirdiğim an; akşam gidecekleri davetleri planlamaya başladıklarını bildiğim tüm insanlardan. Adımı bile bilmezken omzuma dokunup üzülme diyenlerden, seni anlıyoruz diyen tüm yalancılardan. Aynadaki aksimden bile nefret ettim. Hepsi birer yalandı.
Öfke öyle sert nefrete dönüştü ki, katmerli açan bir gül gibi çoğaldı; kan rengi bir gül gibi. ‘‘Sonra sevmemeyi öğrendi insan’’ acı ve nefret birleştiğinde öyle yakıcı bir sıcaklık oluşuyor ki, çölde göl seraplarını aratmayacak seraplar yaratıyor, kötülükle fokurdayan.

‘‘Kötü kalpli kahverengi cadı bir kahkaha attı. Sesi duvarlarda, taşlarda ve toprakta yankılandı. Biraz daha kötülük tohumu serpti fokurdayan ateşe. Ve sonra çok garip bir şey oldu. Ateş suyu ısıttı; su hafifledi, hafifledi, daha çok hafifledi ve yükseldi. Yürek cezvede bir kahve gibi kabardıkça, kabardı. Yağmur bulutu gibi ağırlaştı göğüs kafesinde. Sonra ufacık bir yel esti. Ve ateşle, ve kinle ve nefretle buharlaşan ruh, yağmur olup yağdı. Kötü kalpli kahverengi cadı, korku dolu bir çığlık attı ve ruhun arınışını izledi.’’

Neden sonra derin bir sukûnet kapladı yeri ve göğü. Bir iğne olsun düşmüyordu ki bu sessizliği bozsun. Bir sabah uyandığımda farklı bir şey oldu. Yatağımdan kalktım ve ağladım. Öyle çok yaş aktı ki, gözlerim kırmızı bir çanağın içine dokdurulmuş su yosunları gibi görünmeye başladı. Öyle çok yaş aktı ki; şehirlerdeki ve kasabalardaki hiçbir palyaçonun sahip olamayacağı kırmızı burna sahip oldum. Ve öyle çok yaş aktı ki; dev beyaz peçetelerden oluşan dağı ne Ferhat ve Kerem ne de adını bilmediğim aşıklar delebildi. O gün akşama doğru, -Yahut sabaha. Aslında bundan hiç emin değilim.- tüm nefretimi ve öfkemi kaybettim. Sanırım bu iyi bir şey. Çünkü o günden sonra –sivrisinekler ve güvenilmezler dışında- kimseye böyle bir öfke duymadım. Çünkü birine öfke duyabiliyorsan onu seviyorsun demektir. Aynı zamanda o, senin kanını emiyor demektir.

ö.ö.

Soğuk

Yalnızdı ve üşüyordu. Birbirine çarpan dişlerinin takırtısı ve korkudan güm güm atan kalbinin sesleri birbirine karışıyordu. Yamaları yırtık ceketinden içeri buz gibi aralık rüzgarı sızıyordu, tek omzuyla şehrin en eski bankasının duvarına yaslandı. Elini cebine daldırdı ve küçük servetinden kalanlara baktı.
Dostluğu bozdurarak aldığı ekmeğin para üstü; yalnızlık ve umudu satarak kazandığı bir kaç parça değersiz ölüm taşı vardı. Elini cebine bir kez daha daldırdı, eli bir kaç sokak aşağıda ve nehrin karsı kıyısında durdu. Aradığını buldu, parmakları arasında ılık bir mutluluk parçası vardı. Tuttu ve yukarı çekti. Eğilip kalbinin üzerine yerleştirdi ve ölüm taşlarından birini ağzına attı.
Eski bankanın köşesine yığılırken gözlerini kapattı. Son düşündüğü, artık üşümediği gerçeğiydi.
ö.ö.

Perşembe, Ekim 20, 2011

Kapı

Hayatın pek çok anlamı vardı. Kahvaltıda zeytinlerle omletine göz yapmak, pencereyi nefesiyle buğlandırıp annesinden gizli adını yazmak, odasında yatağının altında sakladığı melzemelerle bir uzay gemisi yaratmak gibi.

Kalemini kağıtların üzerine fırlattı ve küçük kırmızı sandalyesini ters çevirerek yaptığı çizim masasından kızgınlıkla kaltı. Çikolatalı sütü henüz bitmişti, ancak sinirlerini yatıştırmaya yetmemişti. Bir bardak daha almalıydı. Neden insanlar sözlerini tutmazlar diye düşündü ve derin bir of çekti. Bu gün çok önemli işleri vardı ancak oyun arkadaşı onu acil bir işi çıktığı bahanesiyle ekmişti. Yoksa başka biri mi var, diye düşündü, sonra bunu düşünmekten vazgeçerek başını salladı yine de içi rahat değildi. Düşünmemeye karar verdi. Ayaklarını yere vurarak mutfağa doğru yürüdü annesi tahmin ettiği gibi mutfak tezgahının üzerine doğru eğilmiş bir yandan televizyona bakıyor bir yandan da telefonla konuşuyordu. İşte diye düşündü hep böyleler bir dakika gözünü ayırıyorsun ve bom! yine tüm işler sana kalıyor, sen olmasan ne yapacaklar! Saçını savurarak buzdolabının kapağını açtı. Kapağı açtığı andan itibaren yüzüne çarpan şu soğuk ve yapay havayı hiç sevmiyordu. Penguenler diye düşündü, dans etmeyi biliyor olmalılar.

Sonra süte uzandı, kutu neredeyse boştu kızgınlıkla başını salladı zaten bütün terslikler aynı günü bulurdu, başını çevirerek annesine baktı hala telefonla konuşuyordu sanırım şu yeni öğretmenin verdiği ödevlerden bahsediyorlardı ondan bir fayda olmadığından emin olduktan sonra dolabın kapağını kapattı ve çekmeceye uzandı. Neyseki çikolata tozu yerindeydi, gülümsedi. Toz halindeki çikolatayı bardağına boşalttıktan sonra üzerine biraz süt ekledi, istediği kadar çok süt yoktu ama şimdilik idare ederdi. Başına ağrı girmişti, şakaklarını ovuşturdu ve sütü daha hızlı karıştırmaya başladı. Nihayet çikolatalı sütüne kavuşmuştu. Ayaklarını sürüyerek mutfaktan çıktı, odasına doğru gidiyordu ki kapının o kulak tırmalayıcı sesini duydu annesi hala telefonda olduğundan kapıyı onun açması gerekecekti. Bir an için duymazdan gelmeyi düşündü, sonra vazgeçti elinde süt dolu bardakla kapıya yöneldi. Eski tahta döşemeler her adımında gıcırdıyordu, kim bilir ne söylüyorlar diye düşündü tahtalara bakarak.

Kapının önüne geldiğinde, hayatında hiç bir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını nereden bilebilirdi ki; küçük hayalperest kız...

...

Boyumun kapı deliğine geldiğini fark ettiğimde canım epey sıkılmıştı. Artık heyecanla kimin geldiğine bakmak için zıplamayacaktım, sıkıcı bir iş olacaktı. Üzüldüm ama sadece o kadar, sonra mutfağa dönerek çikolatalı sütün yerine bir fincan kahve aldım.

ö.ö.

Cumartesi, Ekim 08, 2011

Suskunluk

Aynen öyle.
Çünkü bayım, fazla gelir size anlayış.
Siz, pencere kenarında oturup da,
Perdeyi kapatarak yolculuk edenlerdensiniz.
Yahut karanlıkta
Gözlerini yumarak bekleyenlerden.
Sizin dünyanızda ''anlayış''a
Verilen, başka bir isim mi var yoksa?
Hani, hani bilmiyorsam yani;
Söyleyin de ''anlayayım'' sizi.
Susmalarım cevapsızlığımdan değil elbet
''Yine'' anlamıyorsunuz beni.
Hoş beklemiyorum ya artık.
Suskunluğum;
Sakinliğimden,
Yorgumluğumdandır.
Yoksa ne sözleriniz,
Ne de yokluğunuz suskun bırakır beni.
Aksine, bilirsiniz; huzur en çok suskunlukta yaşanır.
ö.ö.

Perşembe, Ekim 06, 2011

Dedi ve öldü

''Ölüm hayatın en güzel icatlarından birisidir" dedi ve öldü Steve Jobs.


Peki ya bana hayatın diğer ''en güzel icatları''nı sayabilir misiniz, ölmeden önce?

Evet evet siz, şaşırmayın!

Yaşadığınız hayattan memnuz musunuz gerçekten?

Yarın sabah ne için uyanacaksınız

Hayır merak ediyorum, içinizden biri yarın sabah dünyayı kurtaracaksa

Söyleyin de şimdiden hazırlık yapalım

Hoş ne zaman birileri bizi kurtaracak olsa, başımız derde giriyor nasılsa.


Yani diyorum ki, ne için yaşıyor

Şu ''Carpe Diem''leri biraz abartmıyor muyuz?


Yarın ölecek olsam mezar taşımda yazmasını arzu edeceğim tek bir cümle yok!

Belki, ''üzüm üzüm biberim, sanki karabiberim'' yani, belki...

Ha bu arada, ölürsem mezara gömmeyin beni

Biliyorsunuz asansöre bile binemem ben.


Hayata bırakacağım yegane şeylerin

Bir takım harfler yığınından öteye geçmesini ne çok arzu ederdim

Ancak biliyorsunuz; her insanın ilgi ve yetenekleri var bunun ötesinde yapabileceği bir şey yok.

Zaten hayatımın hiç bir döneminde dünyayı kurtarabileceğimi düşlemiş değilim.

Tamam,

Aslında yalan söylüyorum. Buna çok inandım

Hatta yer yüzünde bir grup iyi insanla beraber toplanıp, boş bir adaya yerleşebileceğimize

Orada bir iyilik ülkesi kurabileceğimize ve dünyayı ele geçirip pembe bir hayat yaşayacağımıza dair

Gülten Dayıoğlu kokan kurgular yarattım. -Bu noktada ''keşke her şey romanlardaki kadar kolay olsaydı'' diyerek sevgili Gülten Dayıoğlu'nu selamlarım.-


Yine de yarın; dünyayı kurtarmayacak olabilirim

Tedavisi mümkün değil diye bilinen bir hastalığa tedavi bulacak falan da değilim

Hoş yarın okula gitmek dışında pek fazla bir şey yapacağımı ummuyorum

Ama belki, olur ya

Bir yerlerde biri beni duyuyorsa ya da sevgili Tanrı beni hala çok seviyorsa

Şunu söylemek istiyorum;

Ben bunları yazdım ya,

Okuyan her insan 3 saniyeliğine de olsa

Dünyayı avuçlarında yaşatacak güce sahip olduğunu hissedecek biliyorum

İşte bu hayatın en güzel icatlarından biri daha!


Yaşadığınız hayattan memnuz musunuz gerçekten?

Yarın sabah ne için uyanacaksınız

Yarım saniye sonra ölebilecek olmak sizi de korkutmuyor mu?


Yoksa ben sadece ileri düzey bir obsesif kompulsif bozukluk mu yaşıyorum?


Yorum sizin

ö.ö.

Ne diyordunuz?

Yaşanan acıların prim yaptığı bir dönemdeyiz.

Ne kadar gözyaşı, o kadar ilgi!

Ne kadar duygu sömürüsü yapabiliyorsan o kadar çok gelecek vaad ediyorsun

Ve ne kadar çok acı yaşarsan, o kadar çok şanslısın bu hayatta, unutma!

Çünkü ''yangında ilk kurtarılacak'' sensin ''tatlım''.

Öyle güzel boyuyorsun ki gözleri

Şaşıramıyorum bile sana, sahte sahnen akıverir diye, yazık.

Ne var biliyor musunuz, ne kadar çok ölümle iç içeyseniz

O kadar bağlısınız hayata!

Ne kadar çok acı çekmişseniz o kadar çok güçlüsünüz!

Kimi kandırıyorsunuz ki yalanlarınızla?

''Acındırma politikanız'' ve

Yalanlarınız nereye kadar sizi ilgi odağı yapabilir?

Bu gün ölsem mesela

Kaç gün hatırlarsınız beni?

Bir? Üç? Belki bir hafta?

Bir ay??

Ne olacak ki ardımdan siyahlara bürünüp yas mı tutacaksınız

Güneş doğmayacak ya da yıldızlar birer birer

Yer yüzüne mi inecek?

Sizin şu ''yalancıktan'' hastalıklarınız

Afedersiniz ama, fazla sahte

Buram buram yalan kokuyorsunuz, sahteliğinizden arınıp da geliniz...

Gölü ya tutarsa diye mayalamaya benziyor yalanlarınızın hikayesi -Gerçek olamayacak kadar acemi.-

Ama üzgünüm, sizinki göl değil

Yalandan bir bataklık.

Çok mu acımasızım, yapmayın canım!

Sadece siz biraz körsünüz,

Biraz uzak,

Biraz da sağırsınız.

Yakına yaklaştıkça görüyor insan

Uzaktan göremediklerini

Ve sustukça duyuyor insan

Kabullenemediği yalan sözleri!

Şems-i Tebrizi'nin dediği gibi,

‎"Bazen de susmak gerekir, duymak için"

Bu yüzden çok konuşurum

Yalanlarınızı duymamak için.

Üzgünüm, yine çok konuştum

Ne diyordunuz, sizi yine hiç dinlemedim?

ö.ö.

Salı, Ekim 04, 2011

Kasım

Eylül, hafif hüzünlü bir şarkı gibi
Sokaklarda toz ve sarı.
Sarının en güzeli
Yollar sarı
Gökyüzü ve bacalar sarı
Kediler ve paspas
Hatta sigaranın dumanı bile sarı
Eylül, yavaş yavaş ölen bir adamın
Çektiği nefes gibi
Biraz son, biraz huzur.

Ekim, gökyüzünden yağan
Sarı yapraklar gibi
Bir yağmur bir sel
Her yer kavuniçi,
Her yer çocukluğum.
Gözlerin ve arnavut kaldırımlar
Birer nehir, kavuniçinden.
Eylül geçmişi anmak gibi
Yavaş, hüzünlü ve yaşlı

Kasım bir son.
Son nefesini veren
O hasta adam gibi
Yalnız ve çekingen.
Kasım gözlerin gibi, soğuk ve ıssız.

Kasımda ölmeli insan
Bir kasım sabahı
Ya da ikindi vakti.
Kasımda gömülmeli insan
Üzerine sonbahardan
Yapraklar düşerken
Kavuniçi ölmeli insan
Kucak kucak.
Çocukluk yağarken
Kavuniçi rengi
Kapalı gözlerinden
Bir veda gibi.

ö.ö.

İçimdeki ben

Bu gün yine kavga ettik içimdeki benle. Güvensiz, hırçın ve öfkeli.
Kayaları döven dalgalar gibi gözleri kör.
İçimdeki benin her çarpışında öfkesini kayalarıma aşınıyor ruhum duvarlarım.
Eğer bir gün yüzyüze gelebilsek içimdeki benle -ki bilirsin nefret ederim tüm aynalardan- bir kaç tabak kırılacak
Biraz cam ve kırık dolacak, gözlerim kanlanacak, canım yanacaktı.
Ne o durdurabiliyor öfkesini ne ben.
Ne ben diliyorum dinginliğin soğuk öfkesini ne o.
Çünkü biliyor, biliyorum. Nefrete dönmemeli kör dalgalar.
Bu gün yine kavga ettik içimdeki benle.
Tek tesellim aynaların olmaması evimde.
Çünkü ne ben kıyabilirim sakinliğimde tabaklara
Ne o kıyabilir gözlerinin yeşilinin, dönmesine kırmızıya.
Bu gün yine kavga ettik,
Yerde üç damla kan rengi şarap
Kırık kadeh
Ve ölü bir ceset
ö.ö.

Gibi

Sanki hiç beklenmeyen
Bir şey yapmışım gibi
Birden bire bisiklete binmeyi,
Öğrenmek gibi
Hani hep söylediğim şeylerin,
Aksini yapmışım gibi,
Çikolata mesela,
Sevmezmişim der gibi.
Ne yaptım söylesenize?
Farklı ne yaptım?
Hep söylediklerim,
Hiç istemediklerim dışında
Ne söyledim ki size?
Hangi hakla şimdi karşıma geçip de
Hesap sorar gibi,
Bir de çok tanır gibi,
Suçlu benmişim gibi,
Bakıyorsunuz gözlerime?
Ama durun siz söylemeyin,
Hata hep özlemlerin
Sanki hiç değil gibi...
Hep yeni, ama hep aynı.
Her son, bir tekrar gibi.
ö.ö.

An

An gelir ki, her kaçışında,
Dile getiremediğin her özleminde
Saklanmış her kuytu, korkunda
Ne kadar haklı olduğunu fark edersin.
Ama gerçek öyle ağır gelir ki
Bir tokat, bir yumru gibi
Gözbebeğine, nefesine
Yüreğine çarpar.
Kanatır.
Hiç beklemediğin bir anda
Sen kendini en hazır hissettiğin anda.
Aslında sen hiç hazır olmamışsındır
Ya da bilmem
Belki hazır olmuşsundur da
Acı dalga geçiyordur seninle ne bileyim.
Yine de korkma
Alışacaksın, kim ölmüş ki
Söylüyor, ölüm var diye.
Bilmez misin, mezarlıklar hep suskun.
Korkular, kaçışlar hep doğrun.
ö.ö.

Bir-an

Yılın herhangi, sıradan bir günü. Herkes, her gün yaptığı şeyleri yaparken mesela. Melis sakız çiğnerken, Aslı kitap okurken, Jon işe giderken ve Sofi mektup yazarken, süpermen dünyayı kurtarırken mesela. -bu sırada ben uyuyor olurum büyük ihtimalle- Bir şey olsa. Ufacık bir şey. Dünya boşlukta dolanmaktan sıkılsa, Melisin sakızının şekeri bitse, Aslı kitabında basım hatası olduğunu fark etse, Jon tatike çıkmaya karar verse ve Sofia mektubunu buruşturup çöpe atsa. Süpermen de dünyayı kurtarmaktan vazgeçebilir pekala. -Ki ben hala uyuyor olurum.- Yeryüzündeki tüm canlılar hafızalarını yitirse. Kimse beni tanımasa, kimse adımı bilmese. Bir boşluk olsam evrenin içinde, belki bir ceviz kabuğu? Tüm kurallar ve yargılar yıkılsa ve hayatımda ilk kez sadece bir kez, bir an olsun düşünmeden nefes alsam. Sonun düsünmeden atlasam, boşluğa. Kimse bilmese adımı. Kimse birleştirmese sıfatlarla adımı... Tek, yalnız bir anlığına...
ö.

Evet

-Belki de henüz altı aylıkken; sıkılıp annemden, doğmak istemeseydim bunların hiç biri olmayacaktı?

-İçimde bir katil yaşıyor; 8 yaşımda tatil için İstanbul'a gitmiştik. Evin bahçesindeki karınca yuvasından evin balkonuna kadar şekerden bir yol yapıp balkona gelen karıncaların hepsini öldürmüştüm. Azla yetinmeyi öğrenin diye. Kayıtlara geçsin; hiç bir ''tatlı''nın fazlası iyi değildir.

-Çok konuşan insanları sevmiyorum belki de bundandır çok konuşmam. Karşımdaki sussun, yeter artık konuşmasın istiyorum

-Ellerim, parmaklarım hep çok küçükler. Belki de bundan kalemi benim gibi tutan bir başkası daha yok bu dünyada. Bundan yola çıkarak bazen diyorum ki; sürekli merdivenlerden düşmem, bileğimi burkmam hep ayaklarımın suçu. Hem eğri hem de küçükler. Sonra sakar olduğumu kabul edip susuyorum.

-Bazen bir kütüphade yaşamak istiyorum, bir kuyu kadar derin sessizlik. Bazen de bir lunaparkta yaşamak istiyorum ne söylediklerim ne de yaptıklarım önemli bu gürültü içinde. Çünkü kimse duymuyor özlemi. Sonra durup evime bakıyorum. Benim evim bir hastane her odası ilaç dolu. Hayat da bir hastane gibi; acı, hüzün, mutluluk ve neşe bir arada -ne garip.

-Hala karanlıktan korkarım, ama odamı hep siyaha boyamak isterim. Çünkü ancak simsiyah bir tavanımda yıldızlarım gerçek gibi parıldayabilir.

-Asansörden de çok korkarım çünkü bir kez asansörde kalmıştım. Hayatımın geri kalan kısmında orada yaşamak zorunda olduğumu sanıp bisiklete binmeyi asla öğrenemeyeceğim diye ağlamıştım. -bu asansör bir hastanedeydi.

-En çok sarı ojemi seviyorum ama o kadar parlak ki utanıp o ojelerle dışarı çıkacak cesareti hiç toplayamıyorum

-Bir gün, bir gün bisikletle pariste dolaşacağım -güzel hayaller

-Çocuklardan, bebeklerden, ağlayan, mızmızlanan, sürekli soru soran, her şeyi merak eden, hareketli canlılardan nefret ediyorum. -en güzeli kedi

-Hayvanları çok severim ama hayatımda yalnız iki kez hayvanlara dokundum. İlki 5 yaşımda fanustan çıkarıp uyku vaktiiii diye yatağıma yatırdığım balıktı, diğeri de 7 yıldır kapının önünde beslediğim kedi ona da ilk kez bir ay önce dokunabildim.

-İçimde bir katil olduğunu söylemiştim belki de bundandır en sevdiğim rengin kırmızı oluşu.

-Son zamanlarda en sevdiğim içeçek kahve, çünkü artık çikolata yemiyorum. 5 fincan kahveden sonra ellerimdeki titreme azalıyor ve hiç bir şey hissetmemeye başlıyorum. Bu anlardan birinde, birinizi öldürebilirim. Ya da kendimi henüz karar vermedim. Tek korkum Müge Anlı. Neyse gidip 2007 tarihli fotoğraflarımı silmeliyim.

-Eskiden diş teli kullanırdım, gözlüklerim, örgülü saçlarım ve hala izlerini taşıdığım binlerce sivilcem vardı. -O zaman her şey daha kolaydı.

-Şimdi gidip film izlemeliyim, çok çok öptüm.

ö.

özlemlemlemlem

sonra durduruyorum hayatı

biraz dans edip sarhoş oluyorum

renkler karışıyor

gerçek hangisiydi unutuyorum

eskiler hep yeni yeniler de hep eski oluyor

kim ağlamış sormuyorum

çünkü biz hep dans ederiz

yalınayak yedi kedi ay ışığında

sanki cadının sihirli dans ayakkabısı

durmuyor ayaklarım

sanki çok da güzel sesim

durmuyor dilim

hep hep hep konuşuyorum

bazen uykum geliyor yine de dans ediyorum

çünkü gerçek neydi unutuyorum

çünkü hiç bulamıyorum

ama hep merak ediyorum

daha daha daha sevmek derken

az mı dedin

çünkü bazen sabah oluyor

özlemiyorum da işte

biliyorsun

adım özlem benim

ö.ö.